Kurguzist

Karanlığın Gölgesi

     Ruhumun noksanı sancıyor. Derimin altında mutlak bir sessizlik, duvarlar damla damla kanıyor; turuncu, kırmızı, kızıl, siyah, siyah, siyah… Mermer siyah, mermer yitiriyor yaşamı. Saat 5 ya da 6 bilemiyorum; ezan okunuyor, kuşlar henüz uyanmış. İnleme, inleme… İnlemeler duvardaki kanı donduruyor. Mermer siyah. Gün ışıyor. Ölüm, ölü, ölüler… Her yerdeler, her yer her yerde. Halıya vişne suyu bulaşmış veya kan. Mermer siyah…

       Annem uyanmış. Toprağı aşınmış, görüyorum, tek kolu dışarda. Mor, morötesi hayır hayır mosmor. Adımlarım geri geri ileri, yaklaşıyorum kapıya. Ayaklarım çıplak, ayaklarım siyah… Sokağa atılıyorum, zemin sıcak, kaldırımlar insan sürüsü, aynı yöne ama çobansız. Bir adam, kadına da benziyor, çarparak durduruyorum; Affedersin kardeş sigara var mı?  İnce, beyaz ve pörsümüş parmakları pantolonun arka cebine gidiyor. Bulamadı, ceketinin iç ceplerini yokluyor; okyanusun derinliklerine kulaç atıyor sanki. Sonunda buldu ama tek. ‘’Yok kardeş, tek kalmış zaten, onu da sen iç.’’ Eyvallah deyip yürüyor. Ayaklarıma baktı giderken, kan değil ki, kan siyah mı olur? Olmaz mı? Ya kuruduğunda ne renk olur? Yok yok hem kurumuş kan nerde gördüm ki nerde gördüler? Soğumadan temizlenmez mi kan? Ayaklarım siyah…

       Yürüyorum, kaldırımlar ıssızlaştı. Hayır, yok kaldırım değil, asfalta dönüşmüş zemin. Yerde izmarit, izmaritler… Eğildim, yarım bir izmariti aldım yerden, cebimde çakmak hayır kibrit var. Kim koydu ki bunu cebime? Kibrit kutusuna bakıyorum, neden sonra ateşe atlayan pervaneler misali kendimi mi yaksam diyorum, varlık dünyasından sıyrıldığımı unutarak. Kibrit alev alev köpürüyor da köpürüyor. İzmarit yandı, derin bir nefes; duman duman… Ayaklarım kırmızı, siyah değil miydi? Paramparça olmuş, etler cesedi kemiren kurtlar gibi fırlamış tenden. Issıza yürümüşüm, kimsesiz bir ağacın kenarına oturuyorum. Toprak siyah…

       Bir araba, uzakta, çok seçemiyorum. Bir ses; düt düt yok yok al bu cesedi tut tut… sonra ‘’Hey sen!’’ bana mı dedi? Uzakta değil miydi? Yanı başımdaymış gibi ses, kulaklarımın içinden sesleniyor sanki. Kalkıyorum, istemli bir kalkış değil bu, bir çeşit kodlanma, bir çeşit mecburiyet. Ayaklarım siyah. Yaklaşıyorum, ben yürüdükçe uzaklaşıyor sanki madde benden, yaklaştıkça daha da bulanıklaşıyor görüntü. Gözlerimi kısarak bakıyorum, binlercesi yüzüme ışık tutuyormuş gibi… Bir adam, ne kadar da tanıdık geliyor, şoför koltuğunda yan koltuğunda ise beyazlara sarılmış küçük bir beden, hareketsiz yatıyor. Adam değil de hareketsiz yatan beden konuşuyor sanki; ‘’Hay kardeş Allah gönderdi seni.’’ Kimse göndermemişti oysa ayaklarımla yürüyüp gelmiştim, ayaklarım siyah. Devam ediyor;’’ Bir el atta gömelim şu cesedi?’’ Ceset… Ölüler her yerde. Bebek mi? ‘’Kim bebek mi?’’ Ölü. ‘’Bebek ya, 2 yaşındaydı henüz, sabah uyandık ki yatakta cansız yatıyor. Bağırdım, vurdum; kalk dedim kalk, önce nefes alır gibi oldu ama can yok. Oyuncak bir bebek gibiydi sanki.  Cenin halindeydi; avuçlarında kendi saçları… -hafiften yutkunamıyormuş gibi yaparak- Saçlarını yolmuş ölmeden önce.’’ Ne yani Azrail… Azrail bir bebek için de mi bu kadar acımasız? Ruhun bedenden ayrılması bir bebeğe saçlarını yoldurtacak kadar mı zor? Ya adam, bu soğukluk bu soğukkanlılık ne? Benim kanım buharlaşıyor damarlarımda. Damar damar… kan kan kan… Sahi kan sadece vahşetin mi habercisiydi yani? Toprağı kazmana yardım ederim bebeğe dokunmam, dedim. ‘’Hay kardeş çok yaşa, atla akşam olmadan bitirelim şu işi.’’  Atladım, ilerliyor araba, cenaze arabası, bir değil iki ceset taşıyor. İki ceset… Yol mu ilerliyor zaman mı, belli değil. Asfalt siyah, asfalt ölüm gibi, asfalt buharlaşıyor, kafamın içinde beynim buharlaşıyor. Bir tepeye vardık, çağla ağacı; tek başına dimdik ayakta, yalnızlık sadece insana mahsus değil der gibi; Yalnızlık sadece sana mahsus değil! Hayır bana mahsus, yalnızlığın dirilmiş haliyim ben, yalnızlığın ete, kemiğe ve düşünceye bürünmüş hali. Gülüyor. ‘’Kim gülüyor?’’ Kardeş bir sussana sen. Gülme! ‘’Gülmüyorum ki kardeş.’’ Ete ve kemiğe ha! Hayır yok sadece düşünceye, sus artık! Ağaç susuyor. Soğukkanlı adam kederli görünmeye çalışan bir iç çekişle kazma küreği tutuşturuyor elime, kendisi ise bir gösteriye aylar öncesinden en ön sırada bilet almış gibi izleyecek sanırım. Sustum, bir şey demedim, diyemedim; her zamanki gibi. Kazıyorum, toprak yumuşak, toprak kırmızı. Bir toprak parçasını kazmaya başlarsan sadece çukur değil aynı zamanda topraktan bir tepe de oluşturmuş olursun. Diple enin mesafesini açmak, makası hoyratça germek; makasın iki hırçın ağzını birbirinden uzaklaştırmak gibi, ölmeden önce yaşamak gibi. Çukur derinleştikçe tepe büyümeye başlıyor, dağ misali… ama hangi dağ? Küçük dağları sen mi yarattın sorusundaki dağ mı bu? Küçük dağları ben yarattıysam büyük dağları kim yarattı o zaman? Hava kararmaya başlıyor, çukur hazır, ellerim kırmızı. Gösteri bitti, izlemeye dair ne varsa sürükledi zaman sonsuz dehlizde. Kalkıyor izlediği yerden, çekiyor; ellerimden tutarak çıkarıyor beni. Elleri buz gibi, elleri ölüm gibi. Beyazlara sarılı bedeni koydu çukura, attı desem daha doğru olacak. Oluşan tepeyi boşaltıyorum cesedin üzerine. Neden yapıyorum bunu; bu adam, bu bebek kim? Adam tanıdık geliyor, aklımı yokluyorum ama yok, kalbimi yoklamaya cesaret edemiyorum. Ve devamı gelen sorular; Neredeyim? Niçin burdayım? Ben kimim?.. Sonuncusu belki de hep cevapsız kalacak, seziyorum. Bu benim kendimi arayışım değil, bu benim kayboluşum kendi içimde. İçim siyah…    

           Çukur doldu, atıyorum küreği, ölüm sessizliği bütün gürültüsünü yayıyor şimdi. Etrafıma bakıyorum, kimse yok. Araba burada ama soğukkanlı o adam yok.  Bağırıyorum, sesim gömülüyor toprağa. Gösteri bitti diye mi dağıldı tek seyircim? Alkış, tufan yok mu? Yok! Bunca yokun içinde gökyüzü aydınlığa savaş açıyor, her yer karanlık. Arabaya bakmaya gidiyorum, boş. Az önce bir bebeği gömdüm, belki de öldürdüm, diyorum. Öldürdüm. Mezara doğru koşuyorum, ayaklarımın toprağı inlettiğini hissediyorum. Toprak etimden kuduz bir köpek gibi vahşeti tadıyor. Vahşetin rengi siyah. Bir silüet görüyorum mezarın yanında, küçük. Yaklaşıyorum, gözlerim bulanık silüete odaklanıyor. Bir bebek bu, gördü beni, gülümsüyor. Yaklaştım, iki avucunu birden uzattı bana, iki avucu da simsiyah saçlarla dolu, iki avucu kanlarla dolu. Avuçlarını mezarın üstüne vurdu neden sonra ve şimdi mezarın altından sesler geliyor, ‘’yardım et! yardım et!’’  Bu o adamın sesi değil mi? Yok canım bu kadar kalın mıydı ki sesi?  Hayır hayır bunca zaman duvarların iniltisini dinleyen kulaklarım yanılmaz, bu o adamın sesi!  Bebek gülmeye devam ediyor, onun benden korkması lazımdı ama ben ondan korkuyorum, sinekte küçüktür ama mide bulandırır gibi bir şey bu. Neden sonra koşmaya başlıyorum, uzaklaşmak bu tepeden, uzaklaşmak bu ölülerden… Soğukkanlı adam gitme diye bağırıyor toprağın altından, yalvarıyor desem daha doğru olacak. Gitme! Ben koştukça benim tersi yönümde ilerliyor zemin. Koşuyorum, gök siyah, zaman yiyor toprak kokan bedenimi; ellerim kanlı, ellerim siyah. Gök gürültüsü… yağmur mu yoksa? Temizlemeye mi gelmiş ellerimi? Bir ağaç, bir bedende olabilir, gövdeden çıkan uzantılar ağaç dalına da benziyor insan koluna da, karanlık, seçemiyorum. Oturdum köşesine, köklerini incitmeden uzanıyorum. Yağmur tenimi eritircesine yağmaya başladı. Gözkapaklarım meydan okuyamıyor artık karanlığa; uyuyorum, uyuyor zaman, uyuyor mekân. Bulutlar siyah…

          Ben neyim böyle, niçin varım? Dokunduğum her yer çürümenin şarkısını çalıyor. Hangi dehlizdeyim ya da hangi dehliz bende? Ölüyorum değil çürüyorum. Fakat çürümekte aynı zamanda mayalanma demek değil miydi? * Kimseler kimsesiz ölüp gitmezmiş belki ama kimsesizler kimsesiz yitip gidermiş. Ölümün mü yoksa yaşamın mı daha katlanabilir olduğunu çözebilmiş değilim fakat ölmeden önce yaşıyor olmak gerektiğinin farkındayım. Bu farkındalık duygusuyla uyanıyorum. Gözlerimi yiyor hüzünlü gök.  Yeryüzü soğuk, toprak ıslak. Kurumuş bir ağacın dibinde uyumuşum, ağaç siyah. Güneş henüz doğmamış, burada güneşin doğduğundan bile emin değilim, gök çok dingin. Bu dinginlik korkutuyor beni. Fırtına öncesi sessizlik, ölmeden hemen önce yaşamayı arzulamak gibi. Kimsesiz göğün, kimsesiz ağacın altında kimsesiz bir ben. Üçü bir arada. Yo hayır biri üç arada, üç aralıkta kalmış. Söyleyin, beni ölümcül bir bakteri taşıyormuşum gibi kendinden iten topluluk hangi aralıkta? Hangisindeyse kapayayım o aralığı. Toplum içindeysen toplu bir şekilde yaşayacaksın, derdi. Kim derdi bunu? Sanırım o değil ben, tanrı değil ben. Yalnızlık, toplum içindeyken ölümcül bir bakteriden başka bir şey değildir. Ölümcül bir bakteri… Kemiriyor etimizi. Çoğul değil tekil! Etimi… et-im-iz-i kemiriyorlar et-im-iz-i… Kemik ete mi dayandı yani? böyle miydi bu? Dayandı et kemiğe. Yo ruhum kemiğe dayandı. Ruhum siyah.  

          Neden sonra bir ses duyuyorum. Bir ses binlercesini çağırıyor. Kanat sesleri… Gök bir kumaş parçası gibi yırtılıyor, ağacın üstüne yüzlerce karga yağmakta. Çığırtkan sesleri karanlığı bölüyor. Ayağa kalkmam, kalkıp uzaklaşmam gerek. Ya ben kalkıp uzaklaşacağım bu ölüm vadisinden ya da bir parçası olacağım ölümün. Zor da olsa kalkıyorum, ayaklarım mor; mosmor. Ölüm vadisi, leş bekleyen kargalar yığını… Ruhumdan bir feryat kopuyor, şimdi kargalar susmakta. Bir kâbus olmalı ya ben gerçekliğin dışındayım ya da bu gerçekliğin ta kendisi. Bir kadın tanımıştım güneşi kıskandıran ela gözleri vardı. Bir gün tek bir kelime etmek istemiştim gözlerine dair, ‘’Benim dünyamda ölüler konuşmaz!’’ dedi, ‘’Benim dünyamda ölüler konuşmaz!’’ ya benim yaşadığım dünya? kimin dünyasıydı bu ki sadece ölüler konuşuyor?  Bu karşımdaki görüntü hangi ölünün dünyaya hükmeden görüntüsü? Bu vadi hangi mezarlıkların yuvası? Vahşi bir rüzgâr yalayıp geçiyor tenimi. Her yerde bir ölünün sessizliği… uzaklaşamıyorum bu sefer, hem kim uzaklaşabilmiş ki ölümden? Gök siyah…

      Karanlık hüküm sürmeye başladığı zamandan bu yana sürüldüm dünyaya, biliyorum.  Boşluğun da bir görüntüsünün olduğunu öğrendiğim zaman ile siyahın bir renk olmadığını öğrendiğim zaman arasında pek bir fark yok. Düşünüyorum o halde varım demişti delinin biri, düşünmeden var olmayı öğrenenlerin çağında yaşadığımı görmek, boşluğu daha da görünür kılıyor. Suyun içinde çırpınan, parçalanmış ayaklarımı izlerken denk geliyorum suretimin planlı bir yaratılıştan uzak olan biçimsiz çizgilerine. Boşluğun görüntüsü bu olmalı, renksizlikten ve biçimsizlikten öteye gidemez boşluk. Suyun karanlık yüzeyinden görüyorum; ellerim doksanına basmış bir ölümlünün elleri gibi titreye titreye biçimsiz suretimin üzerinde geziniyor, su siyah. Düşüncem olmasa ayırt edilemeyeceğim bir hayvandan.  İskeletin, tıp fakültelerinde bile para etmez senin, demişti. İnsanlığın hayvanlar aleminde bile para etmez diyemedim. İskeletim siyah. Siyah beyaz bir filmin en önemsiz sahnesi gibiyim, belki de en hüzünlü sahnesi. Neden sonra gözbebeğimdeki kara deliği andıran siyah nokta büyüyor, büyüyor… beyazının da siyahın katline uğraması uzun sürmeyecek, gözlerim iki siyah savaş topu gibi şimdi, kim bilir hangi savaşı başlatacak içimde? İki siyah savaş topunun ortasında bir çıkıntı var, görüyorum, en az Quasimodo’nun sırtındaki kambur kadar biçimsiz. Dudaklarım eğiliyor, su içmeliyim veya kan. Açık bir yaranın üzerine tuz dökülmüş gibi yanıyor dudaklarım. İçiyorum, bir yudum, iki yudum, üç yud… üçüncü yudumu nehir çekiyor, içiyor ruhumu yud-um yud-um. Bir ölümlünün ölümden kaçışı gibi çekiyorum dudaklarımı sudan.  İskeletimi daha fazla izleyemeyeceğimin farkına varıyorum sonunda, karanlık beni esir almadan çıkmalıyım. Fedakâr ayaklarımı çekip alıyorum, ayaklarım siyah. Etler daha da fışkırmış tenden, cesedi yemeleri yetmemiş kurtlara. Üşümenin bir rengi olsaydı kesinlikle gri olurdu, donmanınsa siyah. Hareketlilik siyaha çevirmeyecek bedenimi. Yürüyorum, acının sesi ayaklarımdan yankılanıyor. Bedenim kuruduğunda uzanıyorum bir çimenliğe, ıssızdan çıkmam uzun sürecek hissediyorum, hislerim siyah…  

        Zihnimin derinliklerini yoklamaya çalışıyorum saatlerdir. Geçmişim geleceğimden daha belirsiz. Bir iki bulanık görüntü, bir iki anlamsız ses, bir iki güzellikten yoksun koku… önce bir seri katil soğukkanlılığı ile ilerleyen akrep 6’yı vuruyor, görüyorum. Işık süzmeleri yeni yeni teşrif etmişler, öğleden önce; mevsim ise kış olmalı. Bir bebek sesi duyuyorum, kendini parçalarcasına ağlıyor. Gözlerimi saatten ayaklarıma çevrince fark ediyorum kendini parçalarcasına ağlayan bebeğin ben olduğunu. Güneş birdenbire ekvatorun ortasına ulaşmış gibi aydınlanıyor her yer. Bir kadın, yüzü bulanık, görme eylemi bu olmamalı. Üzerime eğiliyor, birkaç anlamsız kelime ile kaldırıyor bedenimi yattığı yerden. Bir koku duyumsuyorum, binlerce çiçeğin tek bir bedendeki karışımı gibi, beynim karıncalanıyor; ne yazık! çiçek kokusunu sevebilecek kadar iyimser değilim. Sonra siliniyor görüntü. İki ucundan tutup çekerek uzatmaya devam ediyorlar ömrümü, sürekli genişleyen kozmos gibi. Ne başını görebiliyorum ne de sonunu çünkü ben hırpani bir düzenin içinde değil, düzeni kapsayan kaosun içindeyim.  Hangi acı sebebini yitirmeden çekilir bu kadar?  Hangi yara kanamadan kapanır? Hafiften rüzgâr esiyor, topraktan yayılmaya başlıyor ölümlülerin kokusu. Uyumalıyım, yoksa bilinçli bir şekilde kanatacağım ömrümü. Rüzgâr siyah…

     Yüksek bir yerden  bakınca, bir uçurumdan mesela, aşağı doğru süzülmek ister insan. Bir çeşit uçarak çakılmak yeryüzüne, bir çeşit özgürlük eylemi. ‘’Her insan içinde mutlaka bir intihar eğilimi taşır.’’ demişti, kim demişti bunu? Belki de o, belki de ben, belki de Tanrı… Tanrı mı? Tanrı ha! Yo hayır yasaklayacağı bir eğilimi neden versin ki insan ruhuna? Yoksa bir çeşit pazarlık mı bu? Bir çeşit hesap defteri. Ben verdim sen alma demek gibi… Öldün değil öldürdüm demek için. Dünyaya geldim diyememek gibi ‘’dünyaya gönderildim’’ dünyaya, dün yaya gönderildim dünyaya… ‘’çıplak omuzlar üstündeymiş dünya’’ duydum bunu bir yerden, eminim ama nerden? Kim dedi bunu, yokluyorum leşlerle yığılı zihnimi, tek bir isim yok. Tek bir isim bağdaşmıyor şu özel cümleyle. Ve soru; hangisi çıplak: dünya mı, dün yaya geldiğim dünyayı taşıyan omuzlar mı? Çıplak omuzlar üzerindeki çıplak dünyadan atlamak, ruhumdaki eğilime doğru eğilmek istiyorum. Dünya siyah…

      Uyanıyorum. Gözlerim geçmişin bulanık görüntülerinden birisini izlemekle meşgul. Ruhum ise çoktan teslim olmuş geçmişime. Ellerim ve bacaklarımın üzerinde emekleyerek karanlık bir koridordan geçiyorum. Çok büyümüş olmamalıyım, bir buçuk bilemedin iki yaş. Koridor dinmeyen bir bitkinlikle uzuyor da uzuyor. Kulağımı tırmalayan anlamsız sesler… aydınlık bir kapının önüne ulaşıyorum. Mutfak olmalı, yere yığılmış tabak ve bardaklar… Doğanın gücü değilse eğer, insanın bir parmağı olmalı. Görmesem de bakışların üzerime çevrildiğini hissediyorum ve sessizlik. Kafamı yukarıya kaldırıp sorumluyu öğrenmek zor. Yerde kan, kan damlaları, çok değil. Bir varlık üzerime doğru koşuyor, zar zor kaldırıyor beni yerden. Duyumsuyorum, çiçek kokusuna kan kokusu da bulaşmış. Varlığın yüzü bulanık, saçları dokunuyor tenime sonra sıcacık dudakları. Gözlerimden bir şeyler aktığını hissediyorum, yakıcı. Belki de son kez ağlıyorum. Bebek olmak ve hatta insan olmak iğrendiriyor beni, ağlamak bu kadar sebepsiz olmamalı. Beni kollarına alan varlık birden hızlanıyor, bir geçitten geçiyoruz sanki sonra soğuk… rüzgâr vuruyor tenime. Uçsuz bucaksız denilen fakat yine de insandaki doyumsuzluğu gideremeyen gökyüzünün altında hiç durmayacakmış gibi koşuyor… İlk defa sesini anlayabiliyorum, belki de son defa duyuyorum sesini; ‘’korkma yavrum!’’ diyor. Korkma… Beni mi cesaretlendirmek istiyor kendisini mi, belli değil. Tenimde bir ıslaklık hissetmem ile bulanıklaşıyor görüntü, şimdiki zamana dönüyorum. Zaten olmuş olan bir şeyi hatırlamak olacak olan bir şeyi hissetmekten daha zor. Yaşanmakta olan ise bütün duyuların en acıklı kâbusu, şu anın acımasızlığı tesir ediyor bedenime. Bedenim siyah…

        Bir varlık acı acı soluyor, hırlıyor desem daha doğru olacak. Gözlerimin şimdiki zamana alışması biraz zaman aldı. Bir köpek, siyah. Ayaklarımdaki parçalanmış etleri yalıyor. Salyaları süzülüyor üzerinden. Korkmuyorum, korkmak için yeterince güçlü değilim. Hızla çekiyorum ayaklarımı, ıssızdan uzaklaşmam için gerekecek. Ben çektikçe daha da hırlıyor, ağzından toprağı bile yakacak köpükler boşalıyor. Gözleri ateş kırmızısı, gözleri herkesçe bilinen sırları yakıyor. Öfkelenmiş olmalı veya bir güç gösterisi bu. Her gösterinin bir izleyeni vardır fakat bu gösterinin yok. Bakıyorum ama izlemiyorum, duyuyorum ama anlamıyorum gibi bir şey bu. Anlamak… en güç eylemlerden biri değil mi zaten? Hiç kimsenin hiç kimseyi tam olarak anladığını düşünmüyorum, hiç kimsenin hiç kimseyi tam olarak dinlemediğini düşündüğüm gibi. 

      Ne kadar güçlü olursa olsun her varlığın bir hassas noktası vardır. Gücünün kırılacağı bir nokta… öyle olmaz mı hep? Bin darbeyle yıkamadığın bir sözle yıkılır, bin sözle yıkamadığın bir bakışla… Zavallı gibi hırlayan mahluka bakıyorum tekrardan, gücünün kırılacağı nokta neresi acaba? Yerdeki ağaç dalıyla suratını mı dağıtsam yoksa başını mı okşasam bilemiyorum, iki zıtlık yan yana, iki zıtlık birbirine denk gibi görünüyor. Yerdeki odunu bir savaşçının yere düşen kılıcını alması gibi hızla çekip alıyorum. Saldırmasına fırsat vermemem lazım, ya o beni silecek bu karanlık alemden ya da ben onu. İlk çağda yaşayan insanları bile kendime güldürecek silahım daha önce hiçbir canlıya zarar vermemiş gibi zarar veriyor karşımdaki mahluka. Soluğu yavaşlıyor, can vermek can almaktan zor olmalı. Kan hiç akmamış gibi akıyor ağzından, toprağı siyaha boyuyor. Sanki hiç can bulmamış bir varlık gibi hareketsizleşiyor, siliniyor canlılar aleminden. Uzun zamandan sonra ilk defa gülüyorum, belki zaferden; belki acıdan. Gülmenin de bedelleri olmalı elbet. Gülüşüm siyah…

      Açıkta kalmamalı, her canlı gibi toprağın olmalı tekrardan, bir çeşit geri dönüşüm, bir çeşit neydim ne oldum davası bu. Yumuşak bir toprak bulmalıyım, yumuşak bir kabir… Parmaklarım içiyor toprakta ki nemi. İşte buldum dediğim an cansız bedene doğru yöneliyorum. Bir anlığına unutuyorum her şeyi. Bir bebeği öldürdüm diyorum, bir bebeği hiç güldürememiştim zaten (dünya gibi) … Yerde, kanların içinde, avucunda simsiyah saçlarla bir bebeğin yattığını görmem uzun sürmüyor. Uzun sürmüyor kendimi öldürme isteğinin içime yerleşmesi. İçim, içimde öldürdüğüm insanların cesetleriyle dolu değil mi zaten. Başını okşamak daha kolay gelseydi keşke. Sonra bir ses, ne kadar çok yaşarsan o kadar çok öldürürsün diyor. İçimde zıt kutuplar birbirini çekmiyor, içimde zıt kutuplar birbirini var etmek için beni yok ediyor.  Yerde yatan bebeği unutuyorum bir anlığına, düşüncem talana uğramış. O bebeği ben öldürmedim diyorum, ben bebek katili değilim! Kendimi öldürmek istedim evet hem de defalarca ama bir bebeği öldürmek istemedim.  Yerde yatan minik cesede bakıyorum, yanı başımdaki ağaç hiddetle homurdanıyor; mezarın başında bıraktığın bebek bu! ağaçlar konuşmasa mı artık, insanlar öldürmese mi artık? Cesede bakıyorum  avuç içleri saçlarıyla dolu, anımsıyorum bir yerden. Geçmişimden. Kendi cesedini görür mü insan? Ceset siyah…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir