
KRİZANTEM
Gözleri unuturum. Kokuları, gülüşleri, ve sesleri de. Hissettirdiklerini, fikirleri, karakterleri ve hatta kurduğum ilişkileri. Unutmadığım bir şey var ama. Elleri unutmam.
Yıllar önce vedalaştığımı bilmeden hayatımdan çıkan şahsiyetlerin yüzlerini hatırlayamayacak denli gaddarım. Neye benzediklerini çıkarmak güç artık. Oysa elleri aklımda. Parmak boğumu, tırnak yapısı, sıcaklığı, dokusu…
Bu huyu ne zaman ve neden edindiğimi bilmediğim için bir açıklamasını yapmak abes kaçar. Ama nasıl fark ettiğimi söyleyeyim: Vakit geçirme adına, birkaç dakikalık taramayla, bulmuş olduğum bir filmi seyrediyordum. Morg sahnesi, ceset teşhisi, yakınların feryatları ile gergin bir sahne. Acaba dedim, ben bu durumda olsam, ve tabii fazlasıyla deforme olmuşsa cesedi, huzura erdirebilir miyim beyaz çarşaflar altındaki o soğuk bedeni?
– Elleri yanında ise neden olmasın.
Bu aydınlanma, beraberinde, haberdar olduğum nefeslerin ellerini çizdirtti bana. Gözlerimi kapadım ve siyah perdede canlandırdım hepsini teker teker. Ailemin, arkadaşlarımın, okula gitmeye başladığım günden bugüne dersime giren öğretmenlerimin, ortaokul arkadaşlarımın, daimi müşterisi olduğum mekanların garsonlarının, yirmi dakikalık tramvay yolculuklarına eşlik ettiğim yabancıların…
Birçok el var kime ait olduğunu bilmediğim. Çok uzaklardalar şimdi; en azından öyle olmalılar. Yoksa neden varlıklarını unutayım ki?
Senin ellerin misal: uzun, beyaz, kemikli parmakların; soğuk ve terli avuç içlerin. Belirgin ve derin parmak izlerin, yüzük parmağının tırnağındaki ufak, beyaz lekenin milimlik pütürü. Tuttuğun her varlığı kavrayışında ölümseklik: Belli ki ölüydün.
– Bir ölü nasıl hareket edebilir?
Sen hareket ederdin. Kimlerin ve kimselerin olmadığı zamanlarda köşene çekilir üzerine çekerdin toprağı. Birkaç taş, karınca ve kurumuş ot serpiştirirdin üzerine süs olarak. Hiçbir gözün görmeyeceğine ve belki de görüp inanmayacağını biliyordum. Bu inançla kalbinin, sadece benim için, attığını hayal ettim.
Sen bana aittin çünkü seni saksından ben çıkarmıştım.
Seni ilk kez bir çiçekçinin vitrininde görmüştüm. Yalnız bir el açmıştın o zamanlar. Tırnaklarının içi kurumuş toprak dolu, parmaklarının arasında eskimiş ve yıpranmış örümcek ağları. Birkaç üvez başına üşüşmüş, yaratıcıya doğrulttuğun parmaklarından avucuna akarken kurumuş su lekelerinin açtığı yoldan bir aşağı bir yukarı uçuşmakta. Ne kadar, dedim. Elimizde başka kalmadı, bir güzellik yapayım sana dedi çiçekçi. Yap, dedim, yap da bu bir el açmış sadece başka açmaz mı? Elimdeki saksıda bir kıpırtı. Bak, bir tane filiz. Biraz daha yakından bak, ikinci el de geliyor, baş parmağının tırnağı toprağı kaldırmış. Kabul dedim demesine ama o zamanlar satıcıya ne kadar para saydım hatırlayamıyorum. Hatırladığım tek şey içimdeki tarif edilmez kıpırtıydı.
Mutfak penceresinin oyulmuş girintisine bıraktım saksını/saksımı. Günbegün izledim büyümeni. Ayaklanmanı ve saksından çıkmanı bekledim. Öyle de oldu ama ben
yoktum yanında. Bir veda bile etmeden kapıyı çekip çıkmışsın evden. Toprak izlerini takip ederek bulmaya çalıştım seni. Şansa bak ki, o gün hava yağmurluydu. Tüm izlerini yoldan ve hafızamdan silip atmaya yetmişti damlalar birer birer.
Kaybetmedim seni.
Sen kayboldun.