Yürümek Aslında Bir Eylemsizliktir

Yürümek Aslında Bir Eylemsizliktir Kokuşmuş, keşmekeş adımlarım Güneşin çürük et kokulu çatlaklarını sıvazlıyor Ağır bir yanık sonrası sürülen ince bir merhemi anımsatması Ve yıkıcı bir buhranın hatıralarını taşıması damarlarında tuhaf olmamalı. Kaynar sularla uyandırıyor beni güneşin sancılı doğumu Kaynar suları saplıyor rüyalarıma Rüyalarım parmak boğumlarımdan bilinçaltıma doğru yürüyor. Sabah 5 Tenimden güneşe perde yapanlar aldırmıyorlar Yatağıma baldıran zehri dökülmesine Âdemoğlu kotaramıyor başladığı işi Deliksiz uykusundan uyanamıyor Ben ayak seslerimi duymasın diye âdemoğlu Parmak uçlarımla yürüyorum Parmak uçlarım bile yedi iklimi mahvedecek depremler yaratıyor bağrında dünyanın Yürüyorum güneşin henüz battığı yerlere doğru Ensemde soluğunu hissetmem aydınlığın Gövdemi ikiye yarmam, fark edilsin diye içimdeki kalabalıklar Ve yürürken ayaklarımın toprağı inletmesi Sırtına ağıtlar saplanmış bir savaşın habercisi olmalı. Sabah 5 Yasaklı Saçlarıma kokuşmuş bir iyimserlikle tutunan karlara inat tepemde uçuşuyor kuşlar rüzgar tenimden asırlık bir çığlık gibi uğuldayarak geçiyor barış diye yaftaladıkları beyaz güvercinler rüzgarla birlikte gelip merhamet sahrasına saplanıyor gövdemin. Ama ben de yılmadan şaşırtıyorum yaftaları Saplanan ne varsa gövdeme Söküp helak edilmişliklerin bağrına saplıyorum Benimle beraber kargalar yürüyor rüzgâra karşı Çünkü onlar aldırmıyorlar kanatlarının rüzgarla sıvanmasına Nitekim sevgisizlik gövdesine çelikten zırhlar diker canlının Çelikten zırhlar kılıç darbelerine karşı dünyanın Sevgisizler kendi gövdelerini kendileri eritirler Kendileri hariç her şeyden ve herkesten korurlar kendilerini. Ben rüzgara karşı yürüyorum Ve dağa, taşa, suya… Suya süzülüyorum Bin parçaya bölünmek suretiyle süzüldüğüm yerden Taze dökülmüş kan gibi Toprağa sızıyorum.
Sapanın Ucundaki Hayalet

Sapanın Ucundaki Hayalet Dişlerimi kanatırcasına sıkıyorum Sıkıyorum, derimi çekiyor, genişletiyor kemiklerim Dudaklarımın arasından soysuz kelimeler tıkırdamasın Bir sapana hedef olamayan camlar uğuldamasın mesela Tenimde ağlamasın, gözyaşlarını haybeye savuranlar Hem niçin ağlayacaklarmış ki, Neden gözyaşı dökeceklermiş tenimde? Tenim haybeye midir ki benim? Bitmez mi üzerinde şiir diye tek bir tüy? Şiir… evet! Kızıl bir öfke ile kanayan ırmakları sağaltmayan şiir, okunmasın, Şiir, ipe götürmeyecekse eğer, yazılmasın! Hırçın bir dağ ateşi kavuruyor ayın burçlarını Demiri eritip dökmek eteklerinden Zirvelerinden eşkıyalar yaratmak zor olmamalı. Zor olmamalı gecenin üçünden fenerler yapmak, Sabah ezanıyla katliamlar yaratmamak, Tan yerinden sağmak gözyaşlarını; zor olmamalı! Denizin çehresini gözü sürmeli kadınların çığlıkları ile yırtıyorum Boğazlarından kanlar geçiriyorum Kanlar; pıhtılaşmış, koyu, bir leş sürüsü gibi biriken kanlar. Denizin kıyılarında yaşayanlar bilmezler tadını Yağmur sonrası, su birikintilerinde, dünyayı izlemenin; bilmezler. Ben izliyorum dünyayı İzliyorum, dünyanın serencamını oynuyor su Tek kişilik gösteri, tek izleyicisi olan gösteri… Alkış yok, tufan yok! Bağırmalar, çığırmalar, öldürücü tantanalar Tezahüratlar yok mesela. Yankılansın yankılanacaksa içimde katliamlar Katilamlar içerimde vuku bulsun bulacaksa. İçimde, sapanın ucunda olmanın hiddeti Ve eli kanlı olmanın hüznü köpürüyor. Evet, sapanın ucundayım ben Siz uyanana kadar yüzyıllık uykunuzdan Ve mağrurca uzatana kadar başlarınızı Vuracağım umarsızca camlarınıza. Vuracağım uykunuzu kanatırcasına. Ben, avucumda kanla doğmuşum Tırnaklarımın arasında et parçaları… Kendi etimi kanatmışım durmadan Çılgınca ısırmışım yaşıyor olmamı Yaşıyor olmak, benim için Tek bir şeyin başlangıcı, her şeyin sonu Geri döndürülemez yaşıyor olmam Başa sarılamaz hiçbir şey Aldığım nefesi bile olduğu gibi veremiyorum ben Bir şeyler eksik, bir şeyler farklı, Bu kadar aşağlık, Bu kadar vahşi mi insanoğlu? Görüyorsun işte bir avucunda kanla doğdu.
Hükümsüzlüğün Hükümleri

Hükümsüzlüğün Hükümleri 1. Kalemimi kırıyorum Onun beni kırması an meselesi iken. Kanımı çatlamış damarlarımdan damıtıpta Dünyanın göğüslerinden mürekkep diye akıttığım yeter! Tek bir beyaz kağıdı bile utandıracak kadar kan kalmamıştır damarlarımda. Çatlamış damarlarımda kendime yer kalmamıştır. Sessizlik, boynumu uzatırken karanlığın siperlerine Boynumu geri çekecek güç kalmamıştır. Yağsız bir urganım artık Siperlerine; tahtadan, Cansız askerler koyduğum gençliğimin boynunda. Bilmem! Nereli içimde öldürdüğüm insanlar? Neden bazı çiçekler bazı saksılarda irrite durur? Su içtiğim bardak niçin inler mesela? Ve neden tanımıyorum, şu saatlerce bakıp durduğum Tiz bir çığlıkla katliamlar yaratan, aynadaki silüetimi? Karanlık çökmüş İnceden, dizlerime vuran sızıdan anlıyorum Karanlık çökmüş Portakal kabukları çıtırdamıyor artık dumansız sobanın üstünde Karanlık çökmüş ama çökmemiş uyku Şakaklarımdan sızan ince bir kan gibi soluyor sessizlik. Göklerine yıldırımlar astım dünyanın Göklerine karanlıklar, göklerine fırtınalar… Ve bazen gökkuşakları Gökkuşakları bağladım; Gök, çığlığımla yırtılmasın diye. Binbir renkliydi, Hangisi morun ötesi hangisi berisi unutuluyordu artık. Ama görüyorum şaşırtan bir netlikle Gökkuşakları gelin kuşağı gibi sırıtıyor maviliğin ortasında Oysa gelin kuşak bağlandıktan sonra ağlar, Gök kuşak bağlanmadan önce ağlıyor. 2. Güneşe sapan taşı atardı çocukluğum Yıldızların uğultusuna sapanın kendisini asardı, Dilek ağaçlarında ben sallanırdım Çaputlarım parmak uçlarımdan sallanırdı. Bütün savaşlarım kendimle demişti Kim demişti bunu? Ne amaçla söylemişti? Cephelerini hep kendi kalelerine açan ben mi? Madem cephelerim hep kendi kalelerime dönük Niye sessiz bir ayaklanış gibi silahlanıyorum? Silahlanıyorum; Mermisiz değilim, namlum yok! Ama silahlanıyorum. Beynimi bin derecede, dikenli bir çekiçle döven çocuklar; NAMLUM YOK! Gecenin sonunda bir usturlap fırlatıyorum aya Aya hükümsüz hükümdarlıklar kuruyorum. Kendi hükümdarlığımın hükümsüzü olmak Kendi kendimi takip etmek aynalarda Ve bileklerimden akan kanın sesini duymak oluyor şimdi yalnızlık Yo hayır böyle ölçülmezdi karanlık Duydum, ben karanlığa hükümler vermiyorum Karanlıklar bana hükmediyor. 3. Cinaslı bir kafiyeyim bundan sonra Destursuz bir ünlem! Birçok anlama gelebilirim Birçok anlam bende meydana gelebilir Ve bazen bütün anlamsızlıklar Bütün anlamlara kafa tutabilir. Ben kafa tutuyorum bütün anlamlara, Bütün anlamlar bana kafa tutuyor. Yeterince anladım dedikçe yeni anlamlar sunmasaydı dünya Boşalan tabağı fazlasıyla doldurmasaydı Beynimin oburlaşması vurmasaydı uykusuzluklarıma Zonklamazdı belki vicdanımın şakakları, Zonklamazdı acısı tenimde, öldürülmesi çocukların Zonklamazdı dünya, gözyaşlarını uğurlayan bileklerimde. 4. Bin parçaya böldüğüm kalemimi Yapıştırıyorum uykusuzluklarımla Kanayan bir şeyler var Kanayan, durmadan… Durmadan akan damarlarımdan. Kabuk tutmayan yaralarım Tutun dünyayı kızıl saçlarından Tutun ve bastırın bağrına karanlığın Çöksün kendi içine çökecekse artık Böylelikle çökemez çocukların üstüne. Çatlayan damarlarım iyileşin İyileşin sessizliklerim Çünkü damarlarımdan Mürekkep diye kan akacak yeniden.
Karanlığın Gölgesi

Karanlığın Gölgesi Ruhumun noksanı sancıyor. Derimin altında mutlak bir sessizlik, duvarlar damla damla kanıyor; turuncu, kırmızı, kızıl, siyah, siyah, siyah… Mermer siyah, mermer yitiriyor yaşamı. Saat 5 ya da 6 bilemiyorum; ezan okunuyor, kuşlar henüz uyanmış. İnleme, inleme… İnlemeler duvardaki kanı donduruyor. Mermer siyah. Gün ışıyor. Ölüm, ölü, ölüler… Her yerdeler, her yer her yerde. Halıya vişne suyu bulaşmış veya kan. Mermer siyah… Annem uyanmış. Toprağı aşınmış, görüyorum, tek kolu dışarda. Mor, morötesi hayır hayır mosmor. Adımlarım geri geri ileri, yaklaşıyorum kapıya. Ayaklarım çıplak, ayaklarım siyah… Sokağa atılıyorum, zemin sıcak, kaldırımlar insan sürüsü, aynı yöne ama çobansız. Bir adam, kadına da benziyor, çarparak durduruyorum; Affedersin kardeş sigara var mı? İnce, beyaz ve pörsümüş parmakları pantolonun arka cebine gidiyor. Bulamadı, ceketinin iç ceplerini yokluyor; okyanusun derinliklerine kulaç atıyor sanki. Sonunda buldu ama tek. ‘’Yok kardeş, tek kalmış zaten, onu da sen iç.’’ Eyvallah deyip yürüyor. Ayaklarıma baktı giderken, kan değil ki, kan siyah mı olur? Olmaz mı? Ya kuruduğunda ne renk olur? Yok yok hem kurumuş kan nerde gördüm ki nerde gördüler? Soğumadan temizlenmez mi kan? Ayaklarım siyah… Yürüyorum, kaldırımlar ıssızlaştı. Hayır, yok kaldırım değil, asfalta dönüşmüş zemin. Yerde izmarit, izmaritler… Eğildim, yarım bir izmariti aldım yerden, cebimde çakmak hayır kibrit var. Kim koydu ki bunu cebime? Kibrit kutusuna bakıyorum, neden sonra ateşe atlayan pervaneler misali kendimi mi yaksam diyorum, varlık dünyasından sıyrıldığımı unutarak. Kibrit alev alev köpürüyor da köpürüyor. İzmarit yandı, derin bir nefes; duman duman… Ayaklarım kırmızı, siyah değil miydi? Paramparça olmuş, etler cesedi kemiren kurtlar gibi fırlamış tenden. Issıza yürümüşüm, kimsesiz bir ağacın kenarına oturuyorum. Toprak siyah… Bir araba, uzakta, çok seçemiyorum. Bir ses; düt düt yok yok al bu cesedi tut tut… sonra ‘’Hey sen!’’ bana mı dedi? Uzakta değil miydi? Yanı başımdaymış gibi ses, kulaklarımın içinden sesleniyor sanki. Kalkıyorum, istemli bir kalkış değil bu, bir çeşit kodlanma, bir çeşit mecburiyet. Ayaklarım siyah. Yaklaşıyorum, ben yürüdükçe uzaklaşıyor sanki madde benden, yaklaştıkça daha da bulanıklaşıyor görüntü. Gözlerimi kısarak bakıyorum, binlercesi yüzüme ışık tutuyormuş gibi… Bir adam, ne kadar da tanıdık geliyor, şoför koltuğunda yan koltuğunda ise beyazlara sarılmış küçük bir beden, hareketsiz yatıyor. Adam değil de hareketsiz yatan beden konuşuyor sanki; ‘’Hay kardeş Allah gönderdi seni.’’ Kimse göndermemişti oysa ayaklarımla yürüyüp gelmiştim, ayaklarım siyah. Devam ediyor;’’ Bir el atta gömelim şu cesedi?’’ Ceset… Ölüler her yerde. Bebek mi? ‘’Kim bebek mi?’’ Ölü. ‘’Bebek ya, 2 yaşındaydı henüz, sabah uyandık ki yatakta cansız yatıyor. Bağırdım, vurdum; kalk dedim kalk, önce nefes alır gibi oldu ama can yok. Oyuncak bir bebek gibiydi sanki. Cenin halindeydi; avuçlarında kendi saçları… -hafiften yutkunamıyormuş gibi yaparak- Saçlarını yolmuş ölmeden önce.’’ Ne yani Azrail… Azrail bir bebek için de mi bu kadar acımasız? Ruhun bedenden ayrılması bir bebeğe saçlarını yoldurtacak kadar mı zor? Ya adam, bu soğukluk bu soğukkanlılık ne? Benim kanım buharlaşıyor damarlarımda. Damar damar… kan kan kan… Sahi kan sadece vahşetin mi habercisiydi yani? Toprağı kazmana yardım ederim bebeğe dokunmam, dedim. ‘’Hay kardeş çok yaşa, atla akşam olmadan bitirelim şu işi.’’ Atladım, ilerliyor araba, cenaze arabası, bir değil iki ceset taşıyor. İki ceset… Yol mu ilerliyor zaman mı, belli değil. Asfalt siyah, asfalt ölüm gibi, asfalt buharlaşıyor, kafamın içinde beynim buharlaşıyor. Bir tepeye vardık, çağla ağacı; tek başına dimdik ayakta, yalnızlık sadece insana mahsus değil der gibi; Yalnızlık sadece sana mahsus değil! Hayır bana mahsus, yalnızlığın dirilmiş haliyim ben, yalnızlığın ete, kemiğe ve düşünceye bürünmüş hali. Gülüyor. ‘’Kim gülüyor?’’ Kardeş bir sussana sen. Gülme! ‘’Gülmüyorum ki kardeş.’’ Ete ve kemiğe ha! Hayır yok sadece düşünceye, sus artık! Ağaç susuyor. Soğukkanlı adam kederli görünmeye çalışan bir iç çekişle kazma küreği tutuşturuyor elime, kendisi ise bir gösteriye aylar öncesinden en ön sırada bilet almış gibi izleyecek sanırım. Sustum, bir şey demedim, diyemedim; her zamanki gibi. Kazıyorum, toprak yumuşak, toprak kırmızı. Bir toprak parçasını kazmaya başlarsan sadece çukur değil aynı zamanda topraktan bir tepe de oluşturmuş olursun. Diple enin mesafesini açmak, makası hoyratça germek; makasın iki hırçın ağzını birbirinden uzaklaştırmak gibi, ölmeden önce yaşamak gibi. Çukur derinleştikçe tepe büyümeye başlıyor, dağ misali… ama hangi dağ? Küçük dağları sen mi yarattın sorusundaki dağ mı bu? Küçük dağları ben yarattıysam büyük dağları kim yarattı o zaman? Hava kararmaya başlıyor, çukur hazır, ellerim kırmızı. Gösteri bitti, izlemeye dair ne varsa sürükledi zaman sonsuz dehlizde. Kalkıyor izlediği yerden, çekiyor; ellerimden tutarak çıkarıyor beni. Elleri buz gibi, elleri ölüm gibi. Beyazlara sarılı bedeni koydu çukura, attı desem daha doğru olacak. Oluşan tepeyi boşaltıyorum cesedin üzerine. Neden yapıyorum bunu; bu adam, bu bebek kim? Adam tanıdık geliyor, aklımı yokluyorum ama yok, kalbimi yoklamaya cesaret edemiyorum. Ve devamı gelen sorular; Neredeyim? Niçin burdayım? Ben kimim?.. Sonuncusu belki de hep cevapsız kalacak, seziyorum. Bu benim kendimi arayışım değil, bu benim kayboluşum kendi içimde. İçim siyah… Çukur doldu, atıyorum küreği, ölüm sessizliği bütün gürültüsünü yayıyor şimdi. Etrafıma bakıyorum, kimse yok. Araba burada ama soğukkanlı o adam yok. Bağırıyorum, sesim gömülüyor toprağa. Gösteri bitti diye mi dağıldı tek seyircim? Alkış, tufan yok mu? Yok! Bunca yokun içinde gökyüzü aydınlığa savaş açıyor, her yer karanlık. Arabaya bakmaya gidiyorum, boş. Az önce bir bebeği gömdüm, belki de öldürdüm, diyorum. Öldürdüm. Mezara doğru koşuyorum, ayaklarımın toprağı inlettiğini hissediyorum. Toprak etimden kuduz bir köpek gibi vahşeti tadıyor. Vahşetin rengi siyah. Bir silüet görüyorum mezarın yanında, küçük. Yaklaşıyorum, gözlerim bulanık silüete odaklanıyor. Bir bebek bu, gördü beni, gülümsüyor. Yaklaştım, iki avucunu birden uzattı bana, iki avucu da simsiyah saçlarla dolu, iki avucu kanlarla dolu. Avuçlarını mezarın üstüne vurdu neden sonra ve şimdi mezarın altından sesler geliyor, ‘’yardım et! yardım et!’’ Bu o adamın sesi değil mi? Yok canım bu kadar kalın mıydı ki sesi? Hayır hayır bunca zaman duvarların iniltisini dinleyen kulaklarım yanılmaz, bu o adamın sesi! Bebek gülmeye devam ediyor, onun benden korkması lazımdı ama ben ondan korkuyorum, sinekte küçüktür ama mide bulandırır gibi bir şey bu. Neden sonra koşmaya başlıyorum, uzaklaşmak bu tepeden, uzaklaşmak bu ölülerden… Soğukkanlı adam gitme diye bağırıyor toprağın altından, yalvarıyor desem daha doğru olacak. Gitme! Ben koştukça benim tersi yönümde ilerliyor zemin. Koşuyorum, gök siyah, zaman yiyor
Yahuda İnsanoğluna Bir Öpücükle Mi İhanet Ediyorsun?

Yahuda İnsanoğluna Bir Öpücükle Mi İhanet Ediyorsun? (Luka 22:48) The Kiss of Judas (İhanet Öpücüğü) Yahudiye’de birtakım bulutlar kanla okşanmış Bir çarmıhın üstünü sislendirmekte İki el, iki ayak çivilerle çakılmış; çarmıh kanlara belenmekte Yeni ahit diyorum ne diyorsun bu duruma Bilmem diyor İsa’nın kafatasında şarabımı yudumluyorum İslam yaramaz bir öğrenci edasıyla söze atılıyor Yalan diyor İsa’yı görmedim ben çarmıhta Ne komik(!) Tanrılar bile birbiri ile savaşta… Yahuda! dikenlerimi bir devenin ağzında mı eritiyorsun, Yoksa İsa’nın başına taç olarak mı geçiriyorsun? Yahuda sahte bir mahcubiyetle susuyor. Çarmıha ben de çakılmayacaksam ne geziyorum tarihin sayfalarında? Hristiyan alemi içli bir koro halinde gülüyor Kutsal kâsede İsa’nın kanını uzatıyorlar bana, Vakit: son akşam yemeği İçmem diyorum elimin tersi ile koronun üstüne itiyorum Da vinci gözyaşları içinde tablosunu çizmeye devam ediyor. Bir Kürt kızının kızıla çalan saçları hunharca hırpalanıyor Hırpalandıkça yayılan kına kokusu tüm coğrafyaya bütün kutsal kitapları sorgulatıyor. Bir yerlerde bir firavun bütün İbrani bebeklerini öldürtüyor Musa ölmüyor! Bilmem kaçıncı Ramses tanrıların şahı Yehova’ya amansız bir savaş açıyor Sezar diyorum, boş ver bunları neden büyük dediler sana Kleopatra’nın yatağından sesleniyor; İskender’e sor! Hanginizdiniz büyük olan, diyorum Etrafı büyük bir çöl sessizliği kaplıyor Neyse diyorum, ne önemi var? Ve sonra İskender Ramses ’in üzerine yürüyor Yumruklarını sıkarak: Kar mı yağdırmış senin üzerine Yehova? Yoksa kan mı Nil’e? Simya diyorum ne kadar da önemli? Dene-me yanıl-ma -ymış, hatlar karışmasın -me, -ma olumsuzluk eki! Tarih yanılmaz hep tekerrür edermiş Tarihi kahramanlar ölüp ölüp dirilirlermiş Tarih kimyadan mı ibaretmiş? Altın bulamadım saygıdeğer Musa Mahzur gör felsefe taşım da yok Bir iki parça gümüş buldum yalnız Eritip bir put yapacağım onla İbrahim gelir diye sahneye sonra, elinde ise asa Yok yok bir yerlerde bir şeyler karıştı, elinde balta… İbrahim, sözüm olsun seni kırmakların tanrısı ilan edeceğim Hem bak bizim buralarda kırılan tamir edilmez Tek bir kemiğin bile kaynamasına izin yoktur buralarda Uhu ile doldurulur kırılan yerler İnatla Japon yapıştırıcı verilmez kırılan parçalarımıza Sahi insan da kırılır mı? Bin yerinden kırıldı Musa -Görülen geçmiş zaman Musa görülen geçmiş zaman…- Hem de baltayla falan değil ha… Buranın diyorum toprağı taşlıdır suyu tuzlu Dinlemiyorlar. Bir peygamber olsam diyorum Çöl ortasındaki serapları hakikate çevirsem Kumlar dolsa apış aralarıma… Ve ağız dolusu küfürler ediyorlar bedeviler Tam da seraplara dalmışken Taif değil burası diyorum Taşlanacak olan ben değilim… Sonra bir yaz gecesi annem uyandırıyor uykumdan Evimizin damlarına yıldızlar yağıyor Bir yıldız içine çöküyor Karadelik tekilliğine dönüşüyor İşte o gece bende içime çöküyorum Bir insan tekilliğine dönüşüyorum. Marcus Antonius tarihe bir dip not düşüyor;‘Sende mi Bürütüs?’ Sezar’ın kemikleri sızlıyor; ‘’Bunu da mı çaldın?’’ Kleopatra az değilsin diyorum, Salome önünde diz çöküyor; ‘’Kraliçem gözün arkada kalmasın…’’ Freud bir rüya görüyor: Nietzsche bir ata sarılmış ağlıyor Delirmek diyorum, aşktan bir adım önde olmalı. Sabahattin Ali’nin öldürüldüğü yerden mumyası Solcular tarafından çıkarılıyor Sağcılar tarafından cenaze namazı kılınıyor İslami usullere göre gömülmesinin ardından bir ses duyuluyor; İsrafil bu coğrafya için sura üflüyor artık Geldi de geçti zamanı diyor Sağ sol yer yön zarfı olmaktan çıkıyor Orta yoldan yürüyenler, ki onlar en mutlularıdır, Meteliksiz şekilde evlerine dönüyor. Kafamın içinde binlercesi savaş içindeyken Ekrandan; haydi çocuklar uykuya yazısı geçiyor Gülüyorum, saat henüz dokuz! Aaa televizyon göz kırpıyor diyor kardeşim Babam inatla ilimünati diyor Bilgisayarın kamerasına siyah bant yapıştırıyorum 1984’ün provasını yapıyorum Winston kitaplığımın arasından küfürler savuruyor Gorki’yle seni yan yana koyanlar utansın diyorum Gorki kahkahalar içinde küsüyor. Dedem çorak toprağı göstererek burası acıların diyarı diyor Acıyla beslenenlerin diyarı… Dedem filozofların Aristo soyundan geliyor demek ki Antik Doğu Anadolu felsefesinin tacını takıyorum dedeme Sonra Urfa’nın feodal bir ağasına savaş açıyor Lastikten pabuçlarına bakmadan. Kız veriyor ağa, kız da alıyor Dedemin şairler soyundan gelen torununu 5. Karısı yapıyor Ve savaş bitiyor! Bozkırın ortasında taşa kazınmış bir cümle haykırıyor; ‘’Zamanı Tanrı yaşar, insanoğlu hep ölmek için yaratılmış.’’ İnsanoğlu öldürmek için de yaratılmış. Sahile bir bebek vuruyor, İnsanlığın son kırıntılarından tiz bir çığlık kopuyor. Yatağı kan olanların çağında Adımı yatağında ölenlerin en başına yazdırıyorum.
Ölüyorum O Halde Varım

Ölüyorum O Halde Varım Edvard Munch Ölüm Yatağında Vahşice yıkıp geçiyoruz dünyadan. Hepimizin dişlerinde taze kan; soğumamış, kurumamış. Tırnaklarımızın arasında parçalanmış et, tırnaklarımızın arasında solucan; kemiriyor insanlığımızı. İz bırakacaksın dünyaya derdi hep annem, her insanın kendi çapında bıraktığı izleri, yıkımları, unutarak. Bir milyar yıl sadece hayvanlar yaşasa dünyada, insanın bin yılda verdiği yıkımı veremez, biliyorum. İnsan toplumsal bir hayvandır diye bir taş atmıştı kuyuya delinin biri, bin akıllı çıkaramadı o taşı kuyudan. Yıkıp geçtiğimiz dünya da yapılmaya değer tek eylemin ölmek olduğunu anlamam uzun sürmedi; ama bir gün ölecek, bir gün yok olacak olmak masumlaştırmıyor yıkımları. Masum olmak akıllı bir varlığa verilecek bir sıfat değil. Çünkü akıl en büyük silahtır, kafasının içinde silah taşıyanların mağduriyeti silah kendi üzerlerinde patlayana kadardır. Ben yıkımın bittiği yerdeyim. Herkesçe beklenen bir sonun başlangıcıyım ben. Gözlerini dünya denen mekansızlığın tavanına çevirenlerin beklentisi…Ölüme yarılanmış bir mumun ışığı ile yaklaşmaya çalışıyorum. Duruyorum neden sonra, bir belirsizlik var, ölüme yaklaşmanın bir bedeli olmalı: Yaşam… Ha ha ha! Bir gün öleceğimi bilenler istediler yaşamamı. Bile bile atıldım bu çukura. Ve şimdi nefesi canilik kokan güruhla aynı çukurda kaynatılıyorum, çukur sefaletle doluyor. Kaynatılıyorum, yaralarım asla kapanmayacak gibi kanıyor. Gülüşmeler duyuyorum, beynimi paslı bir iğneyle, ince bir işçilikle delen gülüşmeler… Ölmek, bir serzeniş, bir isyan ile değil, uysal bir koyun gibi vereceğim boynumu. Ölmüş olmak ölümün kendisinden daha az korkutucu değil mi? Gövdem nazlı bir titreyişle isterdi oysa yaşamayı; gülmek ağlamaktan daha zor olmasaydı. Ben ölümün proletaryası, ben ölümün propagandasıyım. Rahatsız bir rahatlığın ürünüyüm ben. Ölüyorum, o halde varım…
La Belle Dame Sans Merci

La Belle Dame Sans Merci La Belle Dame sans Merci (Merhametsiz Güzel Kadın), John Keats’in 1819 yılında kaleme aldığı ünlü bir baladdır. Şiir, bir şövalyenin, ona aşk vaat edip sonra terk eden esrarengiz ve büyüleyici bir kadın tarafından kandırılmasını anlatır. La Belle Dame sans Merci”, adını Alain Chartier adlı 15. yüzyıl Fransız şairinin yazdığı bir şiirden alır. Chartier’nin şiiri, bir kadının aşkı reddetmesi ve bir aşığın bu yüzden çektiği acıları anlatan uzun bir didaktik eserdir. John Keats, bu temayı alıp yeniden yorumlamış ve onu romantik edebiyatın gotik ve doğaüstü unsurlarıyla harmanlamıştır. Keats’in versiyonunda, kadın bir “femme fatale” (öldürücü kadın) figürü haline gelir; şövalyeyi kendine aşık edip sonra onu terk eder. Bu, 19. yüzyılda sıkça rastlanan “kadın baştan çıkarıcı ve yıkıcıdır” temasıyla da örtüşür. Dolayısıyla, şiirin kökeni ortaçağ Fransız edebiyatına dayansa da Keats bunu kendi romantik ve melankolik üslubuyla yeniden yaratmıştır. Femme Fatele(Öldürücü Kadın) Femme fatale, cazibesiyle insanları etkisi altına alan, onları tehlikeye sürükleyen ve çoğu zaman felakete uğratan gizemli, baştan çıkarıcı bir kadın arketipidir. Edebiyat, sanat ve sinemada sıkça karşımıza çıkan bu figür, tarih boyunca farklı biçimlerde yorumlanmıştır. Kurbanlarını büyüleme, baştan çıkarma ve hipnotize etme yetenekleri, eski hikâyelerde doğaüstü bir güç olarak görülmüştür. Bu nedenle, femme fatale figürü genellikle cadı, büyücü veya şeytani bir varlık gibi tasvir edilir. Modern anlatılarda ise, onun gücü daha psikolojik ve manipülatif bir biçimde sunulur. Femme fatale karakterleri çoğu zaman ahlaki açıdan belirsizdir ve tehlikeli bir cazibe yayarlar. Onlar sadece baştan çıkarıcı kadınlar değil, aynı zamanda zekâları ve bağımsızlıklarıyla da dikkat çeken figürlerdir. Her zaman bir gizem ve tedirginlik duygusuyla ilişkilendirilen femme fatale, edebiyat ve sinemanın en ikonik karakterlerinden biri olmaya devam etmektedir. Femme Fatale arketipinin en eski örneklerinden biri, Yahudi mitolojisinde Adem’in ilk eşi olarak kabul edilen, bağımsızlığı ve isyanıyla öne çıkan, Ademe boyun eğmeyi reddettiği için cenneti terk eden Lilith’dir. John Collier tarafından Lilit (1887), Atkinson Art Gallery and Library, İngiltere La Belle Dame Sans Merci-John KEATS “Seni ne üzebilir, ey gücü-pek bahadır!Yalnız dolaşıyorsun, benzinde solgunluk var.Sazlar kurudu artık gölün kıyılarında.Ötüşmez oldu kuşlar. “Seni ne üzebilir, ey gücü-pek bahadır!Ne kadar da bitkinsin, terk etmiş seni rahat,Sincap doldurdu artık kışlık ambarlarını.Yapıldı bitti hasat. “Bir zambak görüyorum senin alnında açmışIstırap nemi ile humma çiği taşıyan,Ve solan bir gül yanağının üstündeSon demini yaşayan.” “Bir hatuna rastladım kırlarda dolaşırken,En güzelden de güzel – Gerçek bir perikızı,Topuklarında saçı, keklik gibi sekişli,Vahşi – ürkek bakışlı. “Çiçeklerden bir çelenk ördüm onun başına,Sonra bileziklerle bir kemer hoş kokulu;Gözlerime baktı da sevdalı gözleriyle,İnledi arzu dolu. “Tuttum, onu bindirdim rahvan giden atımaOndan sonra bütün gün bilmedim gördüğümü,Eğilerek bir yana çünkü çağırdı durduBir peri türküsünü. “Bayan hazlar verici kökler çıkardı bana,Yaban balı topladı, kudret çiği içindi,Ve sonunda dedi ki kendi peri dilinde’Çok seviyorum seni.’ “Sonra götürdü beni büyülü mağ’rasına,Or’da gözyaşı döktü, bir ah çekti kederle,Or’da kuruttum ben de o vahşi gözleriniYanan öpücüklerle. “Or’da uyuttu beni tatlı ninnileriyle,Bir rüya gördüm or’da – Ah! bahtım ne de kara,Biraz önce gördüğüm pek taze bir rüya buBu ürperten yamaçta. Solgun krallar gördüm, prensler, savaşçılarÖlüm solgunluğuydu hepsinin yüzündeki;Haykırarak dediler ki – “La Belle Dame sans MerciBeni de tutsak etti!” “Kavruk dudaklar gördüm akşam alacasındaBüyük büyük açılmış müthiş bir uyarmayla.Birden uyanıverdim, bur’da buldum kendimiBu ürperten yamaçta. “İşte bundan dolayı buradayım şimdi benYalnız dolaşıyorum, benzimde solgunluk var,Kurumuş da olsalar sazlar göl kıyısındaSusmuş da olsa kuşlar.” John Keats Çeviren: Mete Ataç
Kaplumbağa Paradoksu

Kaplumbağa Paradoksu DIMITRI: Dünyayı Atlas taşıyorsa, Atlas’ı ne taşıyor? TASSO: Kaplumbağa. DIMITRI: İyi de, kaplumbağa neyin üstünde duruyor peki? TASSO: Bir diğer kaplumbağanın. DIMITRI: Peki, o kaplumbağa neyin üstünde? TASSO: Sevgili Dimitri, ondan sonrası ta dibine kadar hep kaplumbağa işte! Bu antik Yunan diyalog parçası, felsefedeki sonsuz regresyon kavramına çarpıcı bir örnek teşkil etmekte. Her şeyin ilk sebebini – yaşamı, evreni, zamanı ve bir Yaratıcı’yı – sorguladığımızda, sonsuz bir döngünün içinde kayboluruz. Bu diyalog parçasındaki sorunun mantığına göre yaratıcının da bir yaratıcısı olmak zorundadır ve o yaratcının da bir yaratıcısı… Bir gün oldukça zeki bir çocuk babasına sorar; -Baba evreni kim yarattı? -Evreni Tanrı yarattı. -Peki baba, tanrıyı kim yarattı? -Tanrıyı kimse yaratmadı kızım, o hep vardı. -Eğer evrenin var olması için bir yaratıcıya ihtiyaç varsa, o yaratıcının da var olması için bir başka yaratıcıya ihtiyaç gerekmez mi? İşte sonsuz regresyon! Eğer her şeyin bir yaratıcısı olduğunu kabul edersek yaratıcının da bir yaratıcısı olduğunu o yaratcının da başka bir yaratcısı olduğunu kabul ederek sonsuz bir döngü içine gireriz, Tıpkı dünyayı sırtında taşıyan sonsuz sayıda kaplumbağa gibi. “Platon Bir Gün Bara Gider” adlı kitapta bu sonsuz regresyonun içindeki girdaptan kurtulmamız için Cathart ve Klein şöyle bir öneride bulunur; “Bu sonsuz gerilemenin sizi içine soktuğu yolda çaresiz kaldıysanız belki creatio ex nihilo – hiçlikten yaratılış- anlayışına, ya da biraz farklı bir bağlamda söylenmiş olsa da John Lennon’un şu öğretisine sığınabilirz: “Elvis’ten önce hiçbir şey yoktu.” Aristoteles ise bu girdaptan kurtulmamız için Prime Mover(İlk Hareket Ettirici) kavramını ortaya sürer. Aristoteles, her şeyin bir sebebi olduğunu ancak bu zincirin bir yerde durması gerektiğini savunur. Bu argümana göre; Hareket eden her şey, bir başka şey tarafından hareket ettirilir. Örneğin, bir top yuvarlanıyorsa, onu iten bir şey olmalıdır. O şeyi de başka bir şey hareket ettirmiştir. Bu neden-sonuç zinciri sonsuza kadar gidemez. Eğer her hareket bir öncekine dayanıyorsa ve bu süreç sonsuza kadar giderse, hiçbir zaman ilk hareket başlamazdı. Öyleyse, kendisi hareket ettirilmeyen ama diğer her şeyi hareket ettiren bir varlık olmalıdır. İşte bu varlık Prime Moverdır. Bazı filozoflar ise kendiliğinden varlık görüşü ile sonsuz regresyonun girdabından kendine çıkış yolu aramıştır. Kendiliğinden varlık ise var olmak için hiçbir dış sebebe ihtiyaç duymayan ve zorunlu olarak var olan varlık demektir.
Kutuplaşma Ekseninde İyilik Ve Kötülük

Kutuplaşma Ekseninde İyilik Ve Kötülük İyi ve kötünün, keskin bir bıçakla birbirinden ayrılmış gibi siyah ve beyazı temsil etmesi, dünyadaki kutuplaşmanın temelini oluşturuyordu. Bir şeyin tam olarak iyi olması için ne gerekiyordu? Veyahut birine kötü demek için hangi şartları gözler önüne sermesi gerekiyordu? Bu belirsizlik farklı insan kitlelerinde farklı belirginlikler yaratıyordu. Bir savaşın hangi cephesinden bakarsan bak, hep baktığın cephe haklıdır. Kimse haklı bulmadığı bir dava uğruna savaşmaz, bu dünyanın her yerinde değişmez bir kural haline dönüşmüştür; İnsanın savaşı hakikatidir. O halde iyi kimdir, kötü kimdir? İskender, Makedonya halkına göre şüphesiz bir ilah kadar iyiliği temsil ediyordu; fakat III. Darius ve halkının kâbuslarında başroldeydi. Buradaki tezatlık, siyah ve beyazın yarattığı tezatlık kadar belirgindi. İyilik ve kötülük, kalıp davranışlara göre değil, insan kitlelerinde uyandırdığı faydaya göre belirleniyordu.