GÜNLERİN GÜNCESİ

Birisinin yalnızca ölünce gözlerinin önünden geçecek olan sayfalarının birinde, fark ettirmeden bulunmak ne güzel bir histi. Bu hissi başkalarına tattırdığından beri kendisi de yalnız hissedemez olmuştu. Acaba onunda fark edemediği sayfalarında bulunmuş insanlar var mıydı?
KRİZANTEM

Birçok el var kime ait olduğunu bilmediğim. Çok uzaklardalar şimdi; en azından öyle olmalılar. Yoksa neden varlıklarını unutayım ki?
Yürümek Aslında Bir Eylemsizliktir

Yürümek Aslında Bir Eylemsizliktir Kokuşmuş, keşmekeş adımlarım Güneşin çürük et kokulu çatlaklarını sıvazlıyor Ağır bir yanık sonrası sürülen ince bir merhemi anımsatması Ve yıkıcı bir buhranın hatıralarını taşıması damarlarında tuhaf olmamalı. Kaynar sularla uyandırıyor beni güneşin sancılı doğumu Kaynar suları saplıyor rüyalarıma Rüyalarım parmak boğumlarımdan bilinçaltıma doğru yürüyor. Sabah 5 Tenimden güneşe perde yapanlar aldırmıyorlar Yatağıma baldıran zehri dökülmesine Âdemoğlu kotaramıyor başladığı işi Deliksiz uykusundan uyanamıyor Ben ayak seslerimi duymasın diye âdemoğlu Parmak uçlarımla yürüyorum Parmak uçlarım bile yedi iklimi mahvedecek depremler yaratıyor bağrında dünyanın Yürüyorum güneşin henüz battığı yerlere doğru Ensemde soluğunu hissetmem aydınlığın Gövdemi ikiye yarmam, fark edilsin diye içimdeki kalabalıklar Ve yürürken ayaklarımın toprağı inletmesi Sırtına ağıtlar saplanmış bir savaşın habercisi olmalı. Sabah 5 Yasaklı Saçlarıma kokuşmuş bir iyimserlikle tutunan karlara inat tepemde uçuşuyor kuşlar rüzgar tenimden asırlık bir çığlık gibi uğuldayarak geçiyor barış diye yaftaladıkları beyaz güvercinler rüzgarla birlikte gelip merhamet sahrasına saplanıyor gövdemin. Ama ben de yılmadan şaşırtıyorum yaftaları Saplanan ne varsa gövdeme Söküp helak edilmişliklerin bağrına saplıyorum Benimle beraber kargalar yürüyor rüzgâra karşı Çünkü onlar aldırmıyorlar kanatlarının rüzgarla sıvanmasına Nitekim sevgisizlik gövdesine çelikten zırhlar diker canlının Çelikten zırhlar kılıç darbelerine karşı dünyanın Sevgisizler kendi gövdelerini kendileri eritirler Kendileri hariç her şeyden ve herkesten korurlar kendilerini. Ben rüzgara karşı yürüyorum Ve dağa, taşa, suya… Suya süzülüyorum Bin parçaya bölünmek suretiyle süzüldüğüm yerden Taze dökülmüş kan gibi Toprağa sızıyorum.
Siren Sesleri

Siren Sesleri Velázquez’in Papa Innocentius X Portresi’nden Sonra Yapılan Çalışma- Francis BACON “Gitme. Lütfen yapma. Söz veriyorum, her şey düzelecek.” Çok duydum ben bu sözleri. Kaç kez sildim ardından dökülen gözyaşlarımı. Şimdi ise kulakları sağır etmek istercesine yüksek oktavda haykıran ambulansın içinde tekrar düşünüyorum. Her şeyin zaten çoktan planlanmış olduğunu. Başımda dört dönen 2 ambulans personeli dikkatimi çekiyor. Ne kadar da hızlı hareket ediyorlar. Cevap vermememe rağmen hiç durmadan benimle konuşmaya çalışıyorlar. Boş verin diyorum, sonunda. Genç olan kız soruyor, neyi ? -Anlamazsınız, boş verin. -Merak etme seni kurtacağız. İyi olacaksın. Hala ciğerlerime yolladığım oksijenin; boğazımı yaktığını, beni zehirlediğini onlara anlatamazdım ki. Yaşamak beni hasta eden şey desem, ne diyebilirlerdi ? Bu araçta sizinle hastaneye gidiyor oluşum itirazım olduğu içindir desem, neye yarar… Gülümsüyorum. Zihnimde Müslüm Gürses’in sesi yankılanıyor. “İtirazım var bu kadere, itirazım var bu sonsuz kedere.” Uykusuzlukla yetindiğim günlerin birinde, yatsı ezanından sabah ezanına kadar dinlediğimi anımsıyorum. Gözlerimi kapattım, bir daha hiç açmak istemediğim için. Belki birazdan öleceğim. Belki yine hayata tutunup, bir daha ölmeyi deneyeceğim. Bilmiyorum, sıkılıyorum. Ben yaşamaya uygun değilim. Herkesin elbet bir gün gideceği Tanrı evinde hepsine anlatacağım, benim hatalı yaratıldığımı. Kabul etmeyecekler. Israr edeceğim, gerekirse sonsuza kadar. Bir kez daha kanıt olsun, hatalı üretim olduğum. Sesler yavaş yavaş kayboluyor. Gözlerimi açıyorum, her şey bulanık… Kartal şehir hastanesinde hatırladığım kadarıyla 3. Günümdeyim, yaklaşık 10 dakika önce duvarda asılı olan saat 13.27 de durdu. Tek eğlencem koridorda dikilip saniyeleri izlemekti, elimden alınmasına şaşırmıyorum. Şimdi ise yalnızca 3 kişinin aynı anda içmesine izin verilen, genişlik olarak ise en fazla 5 kişinin sığabileceği sigara odasında güvenliğin dal dal verdiği sigaralarımızdan birini içiyoruz. Selim abi ve Aşkın abla ile. Aşkın ablaya bakmamaya çalışıyorum, 18 yaşında bir erkek olan ben ile nerdeyse aynı gürlükte sakalları var. Normal diyorum içimden. Başka bir kadının da 2 çocuğu trafik kazasında ölseydi sonra da geriye kalan tek yakını olan kocası terketseydi, o başka kadında bakımına önem vermezdi. Aşkın abla kadar delirirdi. Selim abi dikkatimi çekiyor. Sanki manzaramız susmuş bir duvar değil de dalgaların kumları götürüp getirdiği bir sahilmiş gibi duvara bakıyor. O zihninde canlandırdığı manzarasını seyrederken bende onun gözlerini seyrediyorum. Sokakta yürüyen herhangi bir insan onu görünce yolunu değiştirebilir ama ne o iri cüssesinden korktuğu için ne de kollarından boynuna kadar vahşeti anlatan dövmelerini gördüğü için. Gözlerinden irktikleri için. Ben anlıyorum, onu ve gözlerinin evrimini. Güzellikten, nefrete evrimleşen gözlerinin tek sebebi hayatın ona yaşattıkları. Kendi gözlerimi düşünüyorum, hiç kimsenin bir anlam çıkaramayacağı boşluk dolu gözlerimi. Odama yürüyorum, gözlerim kapalı bir şekilde. Kimseyi görmek istemiyorum. Penceresiz, tüm eşyaların duvara sabitlendiği o lanet oda. Acaba diyorum, zihnimizi kendi irademiz ile doğduğumuz anda ki softluğuna ulaştırabilir miyiz ? Bu mümkün olur muydu ? Yıllar boyu süren; çeşitli deneyimlerle zihinlerimize kazıdğımız nasırlaşmış fikirleri, bilgileri, öğretileri silmek mümkün müdür ? Neden olmasın diyorum kendi kendime. Bizim kazarak derinleştirdiğimiz çukura toprak atsak tekrar eski haline dönmez miydi ? Peki ya bunu başarsam, öldüğümde beni karşılayacak hesap ve ceza işlerinden sorumlu makamlar ne derdi karşılaştıkları manzaraya. Yarattıkları kadar boş ve temiz bir zihin. Elleri ayaklarına dolanırdı, inşa ettikleri sistemde ki açığın yayılmasından. Gerek duymuyorum böyle bir çabaya girip, yukarıdaki varlıkları şaşırtmaya. Ne varsa zihnimde hiçbir şey eksilmeden gideyim istiyorum. Hatta o kadar dolu olsun ki cesedimi gömmek için kazdıkları çukura sığmayayım. İstemiştim bunu 3 gün ve bilmem kaç günlük yoğun bakım macerasından önce. Bir başarısızlık daha eklenmiş oldu haneme, beni yaşama bağlayan doktorların hanesine başarı diye yazılırken. İstemezdim bir kişinin kaybedip, öbürünün kazanmasını. Hep birlikte kaybedelim ve itiraz edelim, her şeye… Güneş ortaya çıktı. Koridorda ki tek camdan gördüğüm kadarıylaı, günlük ilaçlarımızı içmek için beklenilen sıra ve sonrasında uyumak için odalara doğru yol alışlar… koridorda ki çizimlere bakıyorum, kreşlerin duvarlarına çizilen cinsten masumlukta. Çalılar ve şelale resmi, tam ortalarında ise yavru bir ceylan. Karşı duvarda ise ağaçların arasında bir baykuş resmi. İç açıcı olmalı duvarda ki resimler, burada ki hastalar zaten yeterince karamsar. Baktıklarında iyi hissetmeliler yoksa bana kalsa elimden geldiği kadarıyla benzetmeye çalışırdım; John Martin’in “Pandemonium” adlı tablosuna, şeytanın cehennemde ki sarayına. Gece hemşireden aldığım uyku ilacına rağmen uyuyamadım. Nedendir bilmem burada geceleri uyuyamıyorum, gündüz ise şansım yaver giderse bir kaç saatliğine kendimi bilinçaltımın kollarına bırakabiliyorum. Uyumak için odamdayım. Yanımda ki ismini hala öğrenemediğim 60 yaşlarda ki adam da uyuyor. Ses çıkarmamaya dikkat ediyorum, derin uykusu incinmesin. -Said, uyan. Görüşme saatimiz. Unuttun mu her gün 10 da görüşme yapıyoruz. -Kusura bakmayın. Daha dikkat ederim. Doktorum her sabah 10 da odama gelip benimle görüşme yapıyor, neden bilmem her geldiğinde uyuyor olmasam da uykudaymış taklidi yapıyorum. Nahifçe uyandırmaya çalışması hoşuma gidiyordur belki. -Bu gün nasılsın ? -Dünden iyi, yarından ise kötü. Burda iyi olmak imkansız. Can sıkıntısından günde 3 paket sigara içiyorum. Yapacak hiçbir şey yok, kendime çatmaktan başka. -Aktivite odalarımız var, orada vakit geçirebilirsin. -Kiminle kart, satranç veya monopoly oynayayım ? Fahri amcayla mı ? Zaten konuştuklarından hiçbir şey anlamıyorum. -Çok mu rahatsızsın buradan ? -Evet. Burası da bana uygun bir yer değil. İyi insanlarla dolu, adına akıl hastası dediğiniz. Beni yine yanlış yere attılar, okul gibi ev gibi dünya gibi burası da bir hata. Kendine kimsenin çektiremeyeceği azabı çektiren iyi biri midir ? Herhangi bir kurala göre yaşayabilecek biri midir ? -Neden kendine acı çektirdiğini düşünüyorsun ? -Ben yapmazsam hayat yapacak. İntikam almak isteyeceğim, kanını akıtacak birini bulamayacağım. Kendim yaparım, kendimi öldürürüm daha iyi. Beni buradan ne zaman çıkartacaksınız ? -Merak etme, iyileştiğinde çıkacaksın. -Ben iyileşmek nedir bilmem. Hasta değilim ben. Sadece böyleyim. Ve artık anlıyorum, sürünerek sarf ettiğim var olma gayretinin sunduğu kuşkusuz yok oluşu. -… -Ailenle neden görüşmek istemiyorsun ? -Beni burda görsünler istemiyorum. Düşünsenize hangisi daha ağır gelirdi, evladını akıl hastanesinde ziyaret etmek mi ? Bir kaç hafta hiç görememek mi ? -Annenin ağlamalarına şahit oldum kapıda. Üzme onları. Bir günlüğüne de olsa görüş derim. Canım hiçbir şey istemiyor. İstese de zaten burada gerçekleştiremem. Artık çıkmanın vakti geldi. Şimdiye kadar doktoruma dürüst oldum, rol yapmadım fakat böyle giderse uzun bir süre daha buranın yerlisi olacağım. Dışarda sürünmek, burda sıkıntıdan beynimi kemirmekten iyidir. İnandırmalıyım doktorumu: kendimi bazı şeylere inandırabildiğim gibi onu da inandırabilirim, iyi olduğuma. Kusursuz bir yalancı olmak için önce hep kendimi inandırdım yalanlarıma. Bir kez
BİR VARMIŞ BİR YOKSUN

Hatıraları tazeleyeyim içi katran dolu kulaklarınıza: Bakışları bakışlarımı delip geçer ve kurutur çiçeklerimi. Omzuma dokunan eller yüreğime düşer, acıtır canımı. Gözyaşlarım yoktur benim içime akıtacak. Ağzım da vardır dilim de fakat konuşamam ben, çalınmış sözcüklerim. Onu kucaklarken beni sert zeminle buluşturmuş beşiğim. Çiğnemişler ıslak, yumuşak, çürümüş bedenimi. Üzerimde binlerce ayak izi; Bunlardan biri sana ait, biri bana.
AYRILAN RUH

Bazen kendi zihnime yalvarırdım. Basit düşünmesi için elimden gelen her şeyi yapmaya hazırdım ama nafile. En basit şeyin içinde bile boğulabilecek derecedeydi. Tüm bunları neyin bitireceğini çok düşünürdüm. Uyku bile çözüm olmuyordu. Rüyalar: Bilinçaltının korkunç gaddarlığı.
Sapanın Ucundaki Hayalet

Sapanın Ucundaki Hayalet Dişlerimi kanatırcasına sıkıyorum Sıkıyorum, derimi çekiyor, genişletiyor kemiklerim Dudaklarımın arasından soysuz kelimeler tıkırdamasın Bir sapana hedef olamayan camlar uğuldamasın mesela Tenimde ağlamasın, gözyaşlarını haybeye savuranlar Hem niçin ağlayacaklarmış ki, Neden gözyaşı dökeceklermiş tenimde? Tenim haybeye midir ki benim? Bitmez mi üzerinde şiir diye tek bir tüy? Şiir… evet! Kızıl bir öfke ile kanayan ırmakları sağaltmayan şiir, okunmasın, Şiir, ipe götürmeyecekse eğer, yazılmasın! Hırçın bir dağ ateşi kavuruyor ayın burçlarını Demiri eritip dökmek eteklerinden Zirvelerinden eşkıyalar yaratmak zor olmamalı. Zor olmamalı gecenin üçünden fenerler yapmak, Sabah ezanıyla katliamlar yaratmamak, Tan yerinden sağmak gözyaşlarını; zor olmamalı! Denizin çehresini gözü sürmeli kadınların çığlıkları ile yırtıyorum Boğazlarından kanlar geçiriyorum Kanlar; pıhtılaşmış, koyu, bir leş sürüsü gibi biriken kanlar. Denizin kıyılarında yaşayanlar bilmezler tadını Yağmur sonrası, su birikintilerinde, dünyayı izlemenin; bilmezler. Ben izliyorum dünyayı İzliyorum, dünyanın serencamını oynuyor su Tek kişilik gösteri, tek izleyicisi olan gösteri… Alkış yok, tufan yok! Bağırmalar, çığırmalar, öldürücü tantanalar Tezahüratlar yok mesela. Yankılansın yankılanacaksa içimde katliamlar Katilamlar içerimde vuku bulsun bulacaksa. İçimde, sapanın ucunda olmanın hiddeti Ve eli kanlı olmanın hüznü köpürüyor. Evet, sapanın ucundayım ben Siz uyanana kadar yüzyıllık uykunuzdan Ve mağrurca uzatana kadar başlarınızı Vuracağım umarsızca camlarınıza. Vuracağım uykunuzu kanatırcasına. Ben, avucumda kanla doğmuşum Tırnaklarımın arasında et parçaları… Kendi etimi kanatmışım durmadan Çılgınca ısırmışım yaşıyor olmamı Yaşıyor olmak, benim için Tek bir şeyin başlangıcı, her şeyin sonu Geri döndürülemez yaşıyor olmam Başa sarılamaz hiçbir şey Aldığım nefesi bile olduğu gibi veremiyorum ben Bir şeyler eksik, bir şeyler farklı, Bu kadar aşağlık, Bu kadar vahşi mi insanoğlu? Görüyorsun işte bir avucunda kanla doğdu.
Mevlana’ya İtirazla

Mevlana’ya İtirazla Ey Uyku!Her mecliste seninle sükûnet var,Seninle dinginleşir zihin, kalp huzura erer.Virane dediğin, aslında sessizliğin hüküm sürdüğü yerdir.Sen gel ki, susalım. Susalım da iç sesimizi duyalım. Ey Göz!Her daim açık kalmakla yorgun düşmez misin?Her güzellik bakışınla değil, düşlerinle de anlaşılmaz mı?Seyir bazen kapanan bir gözde başlar,Ve aşk, rüyalarda da dillenir. Ey Gece!Sen ki karanlığı örtersin,O örtü bazen bir rahmettir, bazen huzur.İbadet uykuyla kesilmez,Gönül uykuda da Tanrı’ya döner bazen, fark edilmez. Ey Gönül!Yorgunsun, dün gece de, bu gece de.Biraz dinlen, biraz dur.Ay gibi sabaha dek yanma,Senin de sönmeye hakkın var, tıpkı yıldızlar gibi. Ey Ay!Bırak yıldızlar yağsın, bırak oklar gelsin,Sen de bazen bulutların ardına gizlen.Çünkü bazen görünmemek,Görülmekten daha derin bir anlam taşır. Ey Mevlânâ!Sen konuş, sabaha kadar susma diyorsun,Ama bil ki susmak da bir sözdür.Uyku bazen bir duadır,Aşkın gölgesinde teslim olmak Mevlana’nın “Uykuya Sesleniş” şiirine hitaben yazılmıştır.
Bir Garip Kuş Hikayesi

Bir Garip Kuş Hikayesi Yazar Notu: “Bir Garip Kuş Hikâyesi” adlı öykümü okumaya başlamadan önce hayatınıza kısa bir mola verip bazı şeyleri tekrar düşünmenizi istediğimden bu notu yazma ihtiyacı duydum. Zira birazdan beğenilerinize sunacağım ve üç bölümden oluşan bu kısa öykümde vermek istediğim asıl mesaj ve duyguyu sizlere tam manasıyla iletebilmem için aşağıda italik karakterlerle yazılmış iki kısa paragrafı özellikle okumanızı rica ediyorum. *** “Bu dünyada çoğu akıl sahibinin, farkında olmasa dahi içine düşmekten korktuğu amansız, ıssız, bucaksız ve devasa büyüklükte bir cehennemi vardır. Ancak bu cehennem sadece ve sadece insanların kendi kafalarının içerisinde var olmaktadır. Aslında bu yaygın yanılsama durumu, insanların kendi kendilerinin özenle inşa ettikleri bazı anlamsız çıkmaz veya kaygılarının sonucu ortaya çıkmıştır. Bu önemli konuyu biraz daha açmak özellikle genç okurların bir hayli yararına olacağından aşağıya çıkardığım tasavvurlarım ile sizleri baş başa bırakıyorum. Hayatınız boyunca ürettiğiniz birtakım düşüncelerin, gizliden gizliye etrafınızda (siz hariç) dışarıdan bakılınca hiç kimse tarafından görülemeyen ve kesinlikle aşılamayan bazı devasa duvarlar ördüğünü düşünmenizi istiyorum. Ancak takdir edersiniz ki bu devasa duvarlar taş, tuğla, çimento ve çakıl gibi günümüz inşaat malzemelerinden imal edilmemiştir. Bu duvarları asıl oluşturan unsur kor gibi yanan bir ateş, insanların acı deneyimleri ve gözyaşlarıdır. Şimdi de bu suni ateş, acı ve gözyaşı duvarlarına zaman zaman istemsizce temas edip hatta sertçe çarptığınızı ve dolayısıyla boş yere canınızın feci şekilde yandığını düşünmenizi istiyorum. Sonuç olarak hissettiğiniz bu acıların neticesinde belki de yoktan yere kederlenip kendinizi yetersiz ve hatta aşağılık biriymiş gibi hissedebilirsiniz. Bu senaryonun en kötü tarafı ise yolun sonunda kendi zihninizin ürettiği tüm o gereksiz acı ve duvarların, yani kendi cehenneminizin esiri olmanızdır.” 1.BÖLÜM Sıcak bir yaz gününde yemyeşil derin bir vadinin en gözde kavak ağacının dallarında kurulmuş şirin ama sağlam bir kuş yuvası vardı. Bu yuvadaki yavru bir kuş, annesinden kendisine yadigâr kalan yumurtasının dış kabuğunu büyük bir mücadele sonucu zorlanarak da olsa kırmayı başarmıştı. Yavru kuş, yumurtasının bir hayli sert olan dış kabuğunu kendi çabasıyla kırmayı başardığına göre gayet sağlıklıydı ve her canlı gibi kendisine bahşedilen yaşamı sonuna kadar hak ettiğini bu mücadelesinin sonucunda sanki bütün dünyaya âdeta ilan etmiş gibiydi. Yavru kuşun adı Resolutio’ydu. Resolutio sözcüğü Latincede “azim” anlamına geliyordu. Demek ki yavru kuşun ebeveynleri, onun ileride azimli bir kuş olmasını umut ediyor olmalıydılar. Resolutio, gözlerini açtığı ilk günden beri çevresindeki diğer yavru kuşlardan nedense pek farklı olduğunu hissediyordu. Ki bu hissinde yanılmadığını ilerleyen aylarda iyice tecrübe de edecekti. Resolutio, akranı olan diğer kuşlarla beraber uçabileceği zamana kadar yuvasında annesinin kendisine getirdiği yiyecek ve içecekleri tüketerek büyüyüp gitmişti. O gerçekten de çevresindeki diğer yavru kuşlara göre oldukça farklı ve ihtişamlı görünüyordu. O aykırıydı çünkü akranlarının kanatları genellikle karaya çalarken bizim Resolutio’muzun kanatları hem kar gibi bembeyaz hem de olabildiğince uzun, parlak ve güçlüydü. Bu aykırılığın diğer sıradan kuşlar tarafından kıskançlıkla fark edildiği o ilk günden beri başkahramanımız Resolutio, diğerleri tarafından her daim hor görülüp dışlanmaya başlanmıştı. Bu farklılıkların neticesinde Resolutio, akranlarının türlü türlü bahaneleriyle ekseriyetle tek başına kalmaya ve uçmaya zorlanıyordu. Hâlbuki Resolutio, akranlarıyla beraber o sivri altın renkli gagasıyla göğü umarsızca delmeyi ne kadar da çok arzu ediyordu. Ne olurdu o da özgürce grup hâlinde bir oraya, bir buraya uçup gidebilseydi? Ama ne yazık ki onun bu tutkulu isteği oldu olası hiçbir zaman gerçekleşmemişti. İnanır mısınız bilmem ama Resolutio gibi muhteşem görünen ve güçlü bir kuşun o dönemler tek isteği, herkes gibi sıradan ve zayıf yapılı bir kuş olabilmekti. Akranlarıyla hiçbir zaman beraber uçup zaman geçiremeyen kendisi gibi kalbi de bir o kadar güzel olan kuşumuz, biraz mecburiyetten, biraz da akranlarının dikkatlerini kendi üzerine çekmek amacıyla hayatını hızlı uçma ve avlanma yeteneklerine adamıştı. Resolutio’nun tüm bu çaba ve düşüncesi, onun için hiç de umduğu gibi iyi bir sonuç vermemişti. Özellikle uçma konusundaki azmi ve başarısı, onun tahayyül ettiğinin aksine diğer kuşlar tarafından daha da çok kıskanılmasına ve dışlanmasına sebep olmuştu. Kendisine hiç benzemeyen diğer akranları, zarif kuşumuz Resolutio’ya o günden sonra kendilerince eğlenceli buldukları bazı aşağılayıcı lakaplar takarak onu kendilerinden daha da uzak tutmaya çalışıyorlardı. Tüm bu anlamsız ve haksız davranışlardan yüreği paramparça olan zarif kuşumuz, akranı olan diğer tüm kuşlara karşı içinde tek taraflı olarak büyüttüğü sevgisini ister istemez öldürmek zorunda bırakılmıştı. Bu zoraki durum, Resolutio’nun çevresindekiler tarafından yine haksız bir değerlendirmeye tâbi tutulmasına sebep olmuştu. O artık herkes tarafından yalnız ve kibirli bir kuş olarak anılıyordu. Aslında Resolutio, doğuştan kendisine bahşedilen zarafetinin ve kendisini topluma kabul ettirmek için yaptığı hummalı çalışmalarının sonucu elde ettiği başarılarının bedelini ömür boyu yalnızlık ve baştan aşağı tamamen parçalanmış bir kalbe sahip olmakla ödemişti. 2.BÖLÜM Bazen bu acımasız hayatta yalnız ve üzgün olmak basit bir tercih meselesi olarak kalmaz. Bazı durumlarda bu durum, hayatın doğal akışı içerisinde gerçekleşen acımasız bir sonuç olarak ortaya çıkar. Diğerlerinden farklı bir bedene sahip olmak ve onlardan daha fazla başarı göstermek, bu aykırı kuşun, yani sevimli Resolutio’muzun asla değiştiremeyeceği bir yazgıdan başka bir şey değildi. Bakalım bu kuşun hayatı bundan sonra nasıl devam edecekti. Zamanın o devrinde Resolutio’nun yuvasından rahatlıkla görülebilecek ve daha önce hiçbir kanatlı tarafından çıkılamamış ulu bir dağın zirvesi vardı. O zirve öyle bir konumdaydı ki daha önce hiçbir kanatlı, bırakın bu dağa kanat çırparak ulaşmayı, oraya gitmenin hayalini aklının ucundan bile geçiremezdi. Bu zirve atadan, babadan miras kalan büyük bir başarısızlık timsali gibiydi. Hatta bazı yaşlı kuşlar, yaşamını yitiren kötü kalpli kötü kuşların ruhlarının sırf bu dünyadaki yaptıklarının bedelini ödemesi için bu dağın zirvesine ölüm melekleri tarafından götürüldüğüne inanırdı. Ebeveynler yavru kuşlarının uslu durmaları için onları bu dağın zirvesine götürmekle yalandan tehdit ederlerdi. Gerçekten de zirvenin parlayan keskin ucu uzaktan bakılınca kor ateşinde kızdırılmış yakıcı sivri bir okun başına benzerdi. Hades’in hükümdar olduğu o karanlık yeraltı dünyası sanki bu dağın zirvesinde kurulmuştu. Bizim yalnız ve üzgün kuşumuz, yani Resolutio, bir gün ruhunda durmadan biriken hicran ve terk edilmişlik hissi ile o uçulması imkânsız gibi görülen zirveye tek başına çıkmaya ve hiçbir kuş tarafından yapılamayanı yapmaya karar vermişti. Belki de bu sayede yakasını bir türlü bırakmayan o acı dolu yalnızlık hissini ve elemini yenebileceğini umuyordu. Belki de sadece yitip tükenmek ve ölmek istiyordu… Kim bilir? Bu hikâyemizdeki
Saklanan Çaba

Saklanan Çaba Sabahın ilk ışıklarıyla rüzgarın derin uğultusuna karışan bir nefes sesi duyuldu.Hızlı adımlarla gittikçe hedefine varırcasına yavaşlayan nefes sesleri artık durulmayı umarcasına hızlı hızlı koşuyordu.Saklanmak deyince akla genelde kuytu köşeler, arkası olan kapılar gelirdi. O ise kaçıyordu. Kaçarak saklanabileceğini gözün ufkundan uzak her yerin bir kuytu olabileceğini hiç düşünmemişti.İzini kaybettirdiğini hissedince etrafına bakındı. Bir bukle saçı, göz bebeklerinden ayırt edilemeyecek ve bir bütün gibi duran parlak siyah gözlerinin önüne geliyordu.Yorgun bir çehreye sahip olmasına rağmen yüzü simsiyah gözleriyle uyum içinde ay gibi parlıyordu.Nefes alışverişi normale dönünce elinde taşıdığı poşeti açıp iştahla yemeğini yemeye koyuldu.Belli ki koşmak ve korku onu epey acıktırmıştı.Yemeğini yerken aldığı ısırıklardan düşünmeyi durduğu anlaşılıyordu. İnsanın iradesiz haz eylemlerinin ardından takındığı o durgun ifade yemeğini bitirdiği anda onun da yüzüne yerleşmeyi ihmal etmemişti.Daha önce hiç hırsızlık yapmamıştı.Küçükken de bunun yanlış olduğunu bilerek büyümüştü.Çaldığı yemeği yemeden önce o kadar açtı ki suçluluk duymuyordu.Şimdi ise kendinden utanmaya başlamıştı.Dayanıksız ve güçsüz biri olarak görüyordu kendini.Yediği yemeğin çöplerini olduğu yerde bırakıp dallarının tüm şehri gördüğünü düşündüğü, gökyüzünde yeşillik varmışçasına serpilmiş büyük bir ceviz ağacının karşısındaki banka geçti.Rüzgar yıpranmış fakat dalga dalga olan saçlarına vurdukça pişmanlığını da alıp götüreceğini düşünüyordu.Umduğu gibi olmasa da ummayı seviyordu.Nereye kadar hayatını böyle devam ettirebileceğini düşünürdü hep.Hiç bir şeye sahip olmayıp kitapçıdan güç bela aldığı romanlarla midesinin guruldamasını geçiremiyordu.İnsanların kılık kıyafetine, hal ve tavrına tiksinç bakışları da cabası tabii.Kitaplar olmasa bu dünyadaki hiç bir topluluğun onu kabul edeceğini düşünmüyordu.Sadece kitaplar vardı. Bazen onları arkadaşı bazen de yalnızlığının sembolü olarak görürdü.Hangisi daha çok üzüyor tartışılırdı doğrusu.Çoğu zaman bir ses olarak da görürdü zaten kendisini.Rahatsız edici,aidiyetsiz bir “hişt hişt ” sesinden ibaret olduğunu düşünürdü.Herkes gibi bir adı yoktu.Bir yaşamı, bir zihni, bir çabası… Sahi çaba ne demek bile bilmiyordu.Ne gerek duyardı ki insanlar çabaya?Veya bir şeyi istemek nasıl bir histi?Neden arzulardık bir şeyi?Hayatta kalmak için vahşi doğayı örnek verirler.Ezen ve ezilenden oluşan bir içgüdüye sahip bu yaşam sisteminde ezilmemek için güçlü olmalı,çaba göstermelisin derler.Madem birini ezmek zorunda o zaman ezilmeme çabasının ne anlamı olacaktı ki?Karşılıklı verilen bir çabada yenilgi veya zaferin ne farkı vardı?Kazancı başkasının yenilgisi olacaksa niçin çabalamalıydı?Tam karşısında duran yemek çöplerine baktı. Açlık hissinden nefret ederdi. Çünkü bu his ondan çaba beklerdi.O ise sadece bir savaşa girmeden savaşmadan, kaybetmeden, kazanmadan yaşamak istiyordu. Ne sevgi istiyordu ne de nefret.Kendini rüzgarın sesine bıraktı. Ağustos böceği olarak yaşamak onun için zor değildi.Hiç bir karıncayı istemiyordu etrafında.Açlık, onu çabaya sürse de o gelecek ilk kışta üşümeye hazırdı. Kitabını aldı. Ceviz ağacının hışırdayan yapraklarına karşı esmeye devam eden rüzgara doğru yürümeye başladı.Rüzgardan gelen tek ses ise adını haykırıyordu:”hişt hişt”. ~Sait Faik Abasıyanık’In “Hişt Hişt” adlı öyküsünden esinlenmiştir.