Kurguzist

AĞUSTOS BÖCEKLERİ AĞLADIĞINDA

“Ayda yaşayan tek dede Aydede’ymiş” diye bitirmişti hikâyesini annesi sonsuzluk kadar uzun bir zaman önce. “Zaman” bir kavram olmaya layık mıdır bilinmez fakat buna layıksa bile akılda yer edinmesi zordur bir çocuk için. Fakat yalnız bir çocuk için zordur. Yalnız, bir çocuk.

Hükümsüzlüğün Hükümleri

Hükümsüzlüğün Hükümleri   1. Kalemimi kırıyorum Onun beni kırması an meselesi iken. Kanımı çatlamış damarlarımdan damıtıpta Dünyanın göğüslerinden mürekkep diye akıttığım yeter!  Tek bir beyaz kağıdı bile utandıracak kadar  kan kalmamıştır damarlarımda. Çatlamış damarlarımda kendime yer kalmamıştır. Sessizlik, boynumu uzatırken karanlığın siperlerine Boynumu geri çekecek güç kalmamıştır.     Yağsız bir urganım artık Siperlerine; tahtadan, Cansız askerler koyduğum gençliğimin boynunda. Bilmem! Nereli içimde öldürdüğüm insanlar? Neden bazı çiçekler bazı saksılarda irrite durur? Su içtiğim bardak niçin inler mesela? Ve neden tanımıyorum, şu saatlerce bakıp durduğum Tiz bir çığlıkla katliamlar yaratan, aynadaki silüetimi?     Karanlık çökmüş İnceden, dizlerime vuran sızıdan anlıyorum Karanlık çökmüş Portakal kabukları çıtırdamıyor artık dumansız sobanın üstünde Karanlık çökmüş ama çökmemiş uyku Şakaklarımdan sızan ince bir kan gibi soluyor sessizlik. Göklerine yıldırımlar astım dünyanın Göklerine karanlıklar, göklerine fırtınalar… Ve bazen gökkuşakları Gökkuşakları bağladım; Gök, çığlığımla yırtılmasın diye. Binbir renkliydi, Hangisi morun ötesi hangisi berisi unutuluyordu artık. Ama görüyorum şaşırtan bir netlikle Gökkuşakları gelin kuşağı gibi sırıtıyor maviliğin ortasında Oysa gelin kuşak bağlandıktan sonra ağlar, Gök kuşak bağlanmadan önce ağlıyor.   2. Güneşe sapan taşı atardı çocukluğum Yıldızların uğultusuna sapanın kendisini asardı, Dilek ağaçlarında ben sallanırdım Çaputlarım parmak uçlarımdan sallanırdı. Bütün savaşlarım kendimle demişti Kim demişti bunu? Ne amaçla söylemişti? Cephelerini hep kendi kalelerine açan ben mi? Madem cephelerim hep kendi kalelerime dönük Niye sessiz bir ayaklanış gibi silahlanıyorum? Silahlanıyorum; Mermisiz değilim, namlum yok! Ama silahlanıyorum. Beynimi bin derecede, dikenli bir çekiçle döven çocuklar; NAMLUM YOK! Gecenin sonunda bir usturlap fırlatıyorum aya Aya hükümsüz hükümdarlıklar kuruyorum. Kendi hükümdarlığımın hükümsüzü olmak Kendi kendimi takip etmek aynalarda Ve bileklerimden akan kanın sesini duymak oluyor şimdi yalnızlık Yo hayır böyle ölçülmezdi karanlık Duydum, ben karanlığa hükümler vermiyorum Karanlıklar bana hükmediyor.   3. Cinaslı bir kafiyeyim bundan sonra Destursuz bir ünlem! Birçok anlama gelebilirim Birçok anlam bende meydana gelebilir Ve bazen bütün anlamsızlıklar Bütün anlamlara kafa tutabilir. Ben kafa tutuyorum bütün anlamlara, Bütün anlamlar bana kafa tutuyor. Yeterince anladım dedikçe yeni anlamlar sunmasaydı dünya Boşalan tabağı fazlasıyla doldurmasaydı Beynimin oburlaşması vurmasaydı uykusuzluklarıma Zonklamazdı belki vicdanımın şakakları, Zonklamazdı acısı tenimde, öldürülmesi çocukların Zonklamazdı dünya, gözyaşlarını uğurlayan bileklerimde.       4. Bin parçaya böldüğüm kalemimi Yapıştırıyorum uykusuzluklarımla Kanayan bir şeyler var Kanayan, durmadan… Durmadan akan damarlarımdan. Kabuk tutmayan yaralarım Tutun dünyayı kızıl saçlarından Tutun ve bastırın bağrına karanlığın Çöksün kendi içine çökecekse artık Böylelikle çökemez çocukların üstüne. Çatlayan damarlarım iyileşin İyileşin sessizliklerim Çünkü damarlarımdan Mürekkep diye kan akacak yeniden.

Karanlığın Gölgesi

Karanlığın Gölgesi      Ruhumun noksanı sancıyor. Derimin altında mutlak bir sessizlik, duvarlar damla damla kanıyor; turuncu, kırmızı, kızıl, siyah, siyah, siyah… Mermer siyah, mermer yitiriyor yaşamı. Saat 5 ya da 6 bilemiyorum; ezan okunuyor, kuşlar henüz uyanmış. İnleme, inleme… İnlemeler duvardaki kanı donduruyor. Mermer siyah. Gün ışıyor. Ölüm, ölü, ölüler… Her yerdeler, her yer her yerde. Halıya vişne suyu bulaşmış veya kan. Mermer siyah…        Annem uyanmış. Toprağı aşınmış, görüyorum, tek kolu dışarda. Mor, morötesi hayır hayır mosmor. Adımlarım geri geri ileri, yaklaşıyorum kapıya. Ayaklarım çıplak, ayaklarım siyah… Sokağa atılıyorum, zemin sıcak, kaldırımlar insan sürüsü, aynı yöne ama çobansız. Bir adam, kadına da benziyor, çarparak durduruyorum; Affedersin kardeş sigara var mı?  İnce, beyaz ve pörsümüş parmakları pantolonun arka cebine gidiyor. Bulamadı, ceketinin iç ceplerini yokluyor; okyanusun derinliklerine kulaç atıyor sanki. Sonunda buldu ama tek. ‘’Yok kardeş, tek kalmış zaten, onu da sen iç.’’ Eyvallah deyip yürüyor. Ayaklarıma baktı giderken, kan değil ki, kan siyah mı olur? Olmaz mı? Ya kuruduğunda ne renk olur? Yok yok hem kurumuş kan nerde gördüm ki nerde gördüler? Soğumadan temizlenmez mi kan? Ayaklarım siyah…        Yürüyorum, kaldırımlar ıssızlaştı. Hayır, yok kaldırım değil, asfalta dönüşmüş zemin. Yerde izmarit, izmaritler… Eğildim, yarım bir izmariti aldım yerden, cebimde çakmak hayır kibrit var. Kim koydu ki bunu cebime? Kibrit kutusuna bakıyorum, neden sonra ateşe atlayan pervaneler misali kendimi mi yaksam diyorum, varlık dünyasından sıyrıldığımı unutarak. Kibrit alev alev köpürüyor da köpürüyor. İzmarit yandı, derin bir nefes; duman duman… Ayaklarım kırmızı, siyah değil miydi? Paramparça olmuş, etler cesedi kemiren kurtlar gibi fırlamış tenden. Issıza yürümüşüm, kimsesiz bir ağacın kenarına oturuyorum. Toprak siyah…        Bir araba, uzakta, çok seçemiyorum. Bir ses; düt düt yok yok al bu cesedi tut tut… sonra ‘’Hey sen!’’ bana mı dedi? Uzakta değil miydi? Yanı başımdaymış gibi ses, kulaklarımın içinden sesleniyor sanki. Kalkıyorum, istemli bir kalkış değil bu, bir çeşit kodlanma, bir çeşit mecburiyet. Ayaklarım siyah. Yaklaşıyorum, ben yürüdükçe uzaklaşıyor sanki madde benden, yaklaştıkça daha da bulanıklaşıyor görüntü. Gözlerimi kısarak bakıyorum, binlercesi yüzüme ışık tutuyormuş gibi… Bir adam, ne kadar da tanıdık geliyor, şoför koltuğunda yan koltuğunda ise beyazlara sarılmış küçük bir beden, hareketsiz yatıyor. Adam değil de hareketsiz yatan beden konuşuyor sanki; ‘’Hay kardeş Allah gönderdi seni.’’ Kimse göndermemişti oysa ayaklarımla yürüyüp gelmiştim, ayaklarım siyah. Devam ediyor;’’ Bir el atta gömelim şu cesedi?’’ Ceset… Ölüler her yerde. Bebek mi? ‘’Kim bebek mi?’’ Ölü. ‘’Bebek ya, 2 yaşındaydı henüz, sabah uyandık ki yatakta cansız yatıyor. Bağırdım, vurdum; kalk dedim kalk, önce nefes alır gibi oldu ama can yok. Oyuncak bir bebek gibiydi sanki.  Cenin halindeydi; avuçlarında kendi saçları… -hafiften yutkunamıyormuş gibi yaparak- Saçlarını yolmuş ölmeden önce.’’ Ne yani Azrail… Azrail bir bebek için de mi bu kadar acımasız? Ruhun bedenden ayrılması bir bebeğe saçlarını yoldurtacak kadar mı zor? Ya adam, bu soğukluk bu soğukkanlılık ne? Benim kanım buharlaşıyor damarlarımda. Damar damar… kan kan kan… Sahi kan sadece vahşetin mi habercisiydi yani? Toprağı kazmana yardım ederim bebeğe dokunmam, dedim. ‘’Hay kardeş çok yaşa, atla akşam olmadan bitirelim şu işi.’’  Atladım, ilerliyor araba, cenaze arabası, bir değil iki ceset taşıyor. İki ceset… Yol mu ilerliyor zaman mı, belli değil. Asfalt siyah, asfalt ölüm gibi, asfalt buharlaşıyor, kafamın içinde beynim buharlaşıyor. Bir tepeye vardık, çağla ağacı; tek başına dimdik ayakta, yalnızlık sadece insana mahsus değil der gibi; Yalnızlık sadece sana mahsus değil! Hayır bana mahsus, yalnızlığın dirilmiş haliyim ben, yalnızlığın ete, kemiğe ve düşünceye bürünmüş hali. Gülüyor. ‘’Kim gülüyor?’’ Kardeş bir sussana sen. Gülme! ‘’Gülmüyorum ki kardeş.’’ Ete ve kemiğe ha! Hayır yok sadece düşünceye, sus artık! Ağaç susuyor. Soğukkanlı adam kederli görünmeye çalışan bir iç çekişle kazma küreği tutuşturuyor elime, kendisi ise bir gösteriye aylar öncesinden en ön sırada bilet almış gibi izleyecek sanırım. Sustum, bir şey demedim, diyemedim; her zamanki gibi. Kazıyorum, toprak yumuşak, toprak kırmızı. Bir toprak parçasını kazmaya başlarsan sadece çukur değil aynı zamanda topraktan bir tepe de oluşturmuş olursun. Diple enin mesafesini açmak, makası hoyratça germek; makasın iki hırçın ağzını birbirinden uzaklaştırmak gibi, ölmeden önce yaşamak gibi. Çukur derinleştikçe tepe büyümeye başlıyor, dağ misali… ama hangi dağ? Küçük dağları sen mi yarattın sorusundaki dağ mı bu? Küçük dağları ben yarattıysam büyük dağları kim yarattı o zaman? Hava kararmaya başlıyor, çukur hazır, ellerim kırmızı. Gösteri bitti, izlemeye dair ne varsa sürükledi zaman sonsuz dehlizde. Kalkıyor izlediği yerden, çekiyor; ellerimden tutarak çıkarıyor beni. Elleri buz gibi, elleri ölüm gibi. Beyazlara sarılı bedeni koydu çukura, attı desem daha doğru olacak. Oluşan tepeyi boşaltıyorum cesedin üzerine. Neden yapıyorum bunu; bu adam, bu bebek kim? Adam tanıdık geliyor, aklımı yokluyorum ama yok, kalbimi yoklamaya cesaret edemiyorum. Ve devamı gelen sorular; Neredeyim? Niçin burdayım? Ben kimim?.. Sonuncusu belki de hep cevapsız kalacak, seziyorum. Bu benim kendimi arayışım değil, bu benim kayboluşum kendi içimde. İçim siyah…                Çukur doldu, atıyorum küreği, ölüm sessizliği bütün gürültüsünü yayıyor şimdi. Etrafıma bakıyorum, kimse yok. Araba burada ama soğukkanlı o adam yok.  Bağırıyorum, sesim gömülüyor toprağa. Gösteri bitti diye mi dağıldı tek seyircim? Alkış, tufan yok mu? Yok! Bunca yokun içinde gökyüzü aydınlığa savaş açıyor, her yer karanlık. Arabaya bakmaya gidiyorum, boş. Az önce bir bebeği gömdüm, belki de öldürdüm, diyorum. Öldürdüm. Mezara doğru koşuyorum, ayaklarımın toprağı inlettiğini hissediyorum. Toprak etimden kuduz bir köpek gibi vahşeti tadıyor. Vahşetin rengi siyah. Bir silüet görüyorum mezarın yanında, küçük. Yaklaşıyorum, gözlerim bulanık silüete odaklanıyor. Bir bebek bu, gördü beni, gülümsüyor. Yaklaştım, iki avucunu birden uzattı bana, iki avucu da simsiyah saçlarla dolu, iki avucu kanlarla dolu. Avuçlarını mezarın üstüne vurdu neden sonra ve şimdi mezarın altından sesler geliyor, ‘’yardım et! yardım et!’’  Bu o adamın sesi değil mi? Yok canım bu kadar kalın mıydı ki sesi?  Hayır hayır bunca zaman duvarların iniltisini dinleyen kulaklarım yanılmaz, bu o adamın sesi!  Bebek gülmeye devam ediyor, onun benden korkması lazımdı ama ben ondan korkuyorum, sinekte küçüktür ama mide bulandırır gibi bir şey bu. Neden sonra koşmaya başlıyorum, uzaklaşmak bu tepeden, uzaklaşmak bu ölülerden… Soğukkanlı adam gitme diye bağırıyor toprağın altından, yalvarıyor desem daha doğru olacak. Gitme! Ben koştukça benim tersi yönümde ilerliyor zemin. Koşuyorum, gök siyah, zaman yiyor

Ad’ım

Ad’ım   Bağrında kor alevle yürüdü kalabalığa Alevi aldı fırlattı uçsuz karanlığa Yürüdü, yürüyor, yürüyecek mihrakta bir noktaya Herkes sırada herkes orada adım attı. Bir kafatası rüyası uğrunda bir kervanın ucunda Yahut vapurda bir hızırla buluşmaya Avucunun ortasında kor ateş saklarcasına Garip adamdı, biraz da hoyratça Mesut olmazdı tenekeden madalyayla Yürüdü, yürüyor, yürüyecek mihrakta bir noktaya adım attı. Dönmez ardındaki kurşuni kalabalığa Muhtelif duyguların vücut bulmuşu İnsan olmuşların en insan olmuşu Yaratır mı insan kendinden kendini? Sen arayıp bulmazsan bulur mu o kendi, seni? Bir insan kuyruğu ki zamandan zamana uzanan Yürüdü, yürüyor, yürüyecek mihrakta bir noktaya adım attı. Okyanusu taşıyan çatlak kafatasından Bir damla düştü sıradan sıraya insanlar arasına Kesin bir düşüş bu ve de zorunda Herkes tanır herkesi damlalar damgasından Yürüdü, yürüyor, yürüyecek mihrakta bir noktaya buldu. Mihrak mı tükendi ömürce süren hasret mi Okyanusta damla durdu Varsa bi tükenen yaratılmamış olan kendiydi eğer varsa da bi gerçek bu yaratılan kendiydi.

Park Banklarındaki Yazılar

Park Banklarındaki Yazılar Doğdum. Yaşadım. Öldüm. Sonra durdum, bakınmaya başladım. Acı çeken insanlara, yalnızlara, pişmanlığın yaktığı insanlara, ümitsizliği şarap gibi içenlere. hatta her gece ölüp sabahına dirilenlere. Sonra başka bir şeyler de olmalı dedim. Çok sevilen insanlara baktım, sevilmeyen insanlara, bütün olmuş iki insanın sevişmelerine, daha da ileri gittim. Zihniyle hatta hayatıyla sevişenleri gördüm. Burdan sonra yine durdum. Öylece durdum, çakılmış bir çivi gibi. Şimdi ağlıyorum, hepimize. Çünkü hiçbir şey işe yaramadı.

Görme Oyunu

Görme Oyunu Gözlerinizle gördüğünüz her şeyin gerçekliğinden ne kadar eminsiniz? Peki ya gördükleriniz aslında sadece zihninizin bir oyunuysa? İsviçreli doğabilimci Charles Bonnet’in dedesi Charles Lullin’in yaşadıkları, bu soruları derinlemesine düşünmemize sebep olmuştur. 89 yaşındaki Lullin, durup dururken etrafında kimsenin görmediğikuşları, binaları ve at arabalarını görmeye başlamıştı. Başlarda herkesin aklına yaşlılığa bağlı bunama ya da delilik olabileceği geldi ancak çok daha farklı bir gerçeğe işaret ediyordu: Lullin, gördüklerinin gerçek olmadığını görsel bir halisünasyon yaşadığınıbiliyordu. Bu durumda da ne bunamış ne de delirmiş olabilirdi. Sonrasında torunu Bonnet tarafından tanımlanacak bir göz hastalığı olan “Bonnet Sendromu” yaşıyordu.  Sonraki araştırmalar, benzer deneyimler yaşayan başka kişileri de ortaya çıkardı. Görme bozukluğu olan bu kişiler, normalde hiç görmedikleri kadar net görüntüler görüyordu. Zihin hayata devam etmek için her şeyi yapıyordu ancak sendroma sahip olan kişilerin dünyayı algılama biçimleri de değişmiş olmalı. İlginç olan ise bu sendromun genellikle yalnız yaşayan veya sosyal etkileşimi zayıf olan bireylerde görüldüğü. Ayrıca, eğitim seviyesi yüksek ve yaratıcı becerilere sahip kişiler de bu deneyimleri yaşama eğilimindeydi. Kendini inşa etmeye çalışan insan, kabuğuna çekildikçe ve üretmeye çalıştıkça hayal dünyasında mı yaşamaya başlıyor? Gerçek sandığımız şeyler ne kadar gerçek? Ortak bir gerçeklikten bahsediyorsak, bunun ne kadar ortak olduğu tartışma konusu haline geliyordu. Hatta bunun paralel evrenlerle bir ilgisi olabileceği, bu hastalığa sahip olanların başka evrenlerden gelen görüntüler olabileceği gibi fikirler de ortaya atıldı. Tüm bunlar, gerçekliğin ne olduğuna dair algımızı sorgulamamıza neden oluyor.Peki bu nasıl mümkün olabilirdi? O halde, gördüklerimize ne kadar güvenebiliriz? Belki de dünyayı algılama şeklimiz, sandığımızdan çok daha büyük bir bilinmezlik barındırıyor.

Yahuda İnsanoğluna Bir Öpücükle Mi İhanet Ediyorsun?

Yahuda İnsanoğluna Bir Öpücükle Mi İhanet Ediyorsun? (Luka 22:48) The Kiss of Judas (İhanet Öpücüğü) Yahudiye’de birtakım bulutlar kanla okşanmış Bir çarmıhın üstünü sislendirmekte İki el, iki ayak çivilerle çakılmış; çarmıh kanlara belenmekte Yeni ahit diyorum ne diyorsun bu duruma                                 Bilmem diyor İsa’nın kafatasında şarabımı yudumluyorum İslam yaramaz bir öğrenci edasıyla söze atılıyor Yalan diyor İsa’yı görmedim ben çarmıhta Ne komik(!) Tanrılar bile birbiri ile savaşta…   Yahuda! dikenlerimi bir devenin ağzında mı eritiyorsun, Yoksa İsa’nın başına taç olarak mı geçiriyorsun? Yahuda sahte bir mahcubiyetle susuyor. Çarmıha ben de çakılmayacaksam ne geziyorum tarihin sayfalarında? Hristiyan alemi içli bir koro halinde gülüyor Kutsal kâsede İsa’nın kanını uzatıyorlar bana, Vakit: son akşam yemeği İçmem diyorum elimin tersi ile koronun üstüne itiyorum Da vinci gözyaşları içinde tablosunu çizmeye devam ediyor.   Bir Kürt kızının kızıla çalan saçları hunharca hırpalanıyor Hırpalandıkça yayılan kına kokusu tüm coğrafyaya bütün kutsal kitapları sorgulatıyor. Bir yerlerde bir firavun bütün İbrani bebeklerini öldürtüyor Musa ölmüyor! Bilmem kaçıncı Ramses tanrıların şahı Yehova’ya amansız bir savaş açıyor Sezar diyorum, boş ver bunları neden büyük dediler sana Kleopatra’nın yatağından sesleniyor; İskender’e sor! Hanginizdiniz büyük olan, diyorum Etrafı büyük bir çöl sessizliği kaplıyor    Neyse diyorum, ne önemi var? Ve sonra İskender Ramses ’in üzerine yürüyor Yumruklarını sıkarak: Kar mı yağdırmış senin üzerine Yehova? Yoksa kan mı Nil’e? Simya diyorum ne kadar da önemli? Dene-me yanıl-ma -ymış, hatlar karışmasın -me, -ma olumsuzluk eki! Tarih yanılmaz hep tekerrür edermiş Tarihi kahramanlar ölüp ölüp dirilirlermiş Tarih kimyadan mı ibaretmiş?   Altın bulamadım saygıdeğer Musa Mahzur gör felsefe taşım da yok Bir iki parça gümüş buldum yalnız Eritip bir put yapacağım onla İbrahim gelir diye sahneye sonra, elinde ise asa Yok yok bir yerlerde bir şeyler karıştı, elinde balta… İbrahim, sözüm olsun seni kırmakların tanrısı ilan edeceğim Hem bak bizim buralarda kırılan tamir edilmez Tek bir kemiğin bile kaynamasına izin yoktur buralarda Uhu ile doldurulur kırılan yerler İnatla Japon yapıştırıcı verilmez kırılan parçalarımıza Sahi insan da kırılır mı? Bin yerinden kırıldı Musa -Görülen geçmiş zaman Musa görülen geçmiş zaman…- Hem de baltayla falan değil ha…   Buranın diyorum toprağı taşlıdır suyu tuzlu Dinlemiyorlar. Bir peygamber olsam diyorum Çöl ortasındaki serapları hakikate çevirsem Kumlar dolsa apış aralarıma… Ve ağız dolusu küfürler ediyorlar bedeviler Tam da seraplara dalmışken Taif değil burası diyorum Taşlanacak olan ben değilim… Sonra bir yaz gecesi annem uyandırıyor uykumdan Evimizin damlarına yıldızlar yağıyor Bir yıldız içine çöküyor Karadelik tekilliğine dönüşüyor İşte o gece bende içime çöküyorum Bir insan tekilliğine dönüşüyorum.   Marcus Antonius tarihe bir dip not düşüyor;‘Sende mi Bürütüs?’ Sezar’ın kemikleri sızlıyor; ‘’Bunu da mı çaldın?’’ Kleopatra az değilsin diyorum, Salome önünde diz çöküyor; ‘’Kraliçem gözün arkada kalmasın…’’ Freud bir rüya görüyor: Nietzsche bir ata sarılmış ağlıyor Delirmek diyorum, aşktan bir adım önde olmalı.   Sabahattin Ali’nin öldürüldüğü yerden mumyası Solcular tarafından çıkarılıyor Sağcılar tarafından cenaze namazı kılınıyor İslami usullere göre gömülmesinin ardından bir ses duyuluyor; İsrafil bu coğrafya için sura üflüyor artık Geldi de geçti zamanı diyor Sağ sol yer yön zarfı olmaktan çıkıyor Orta yoldan yürüyenler, ki onlar en mutlularıdır, Meteliksiz şekilde evlerine dönüyor.   Kafamın içinde binlercesi savaş içindeyken Ekrandan; haydi çocuklar uykuya yazısı geçiyor Gülüyorum, saat henüz dokuz! Aaa televizyon göz kırpıyor diyor kardeşim Babam inatla ilimünati diyor   Bilgisayarın kamerasına siyah bant yapıştırıyorum 1984’ün provasını yapıyorum Winston kitaplığımın arasından küfürler savuruyor Gorki’yle seni yan yana koyanlar utansın diyorum Gorki kahkahalar içinde küsüyor.   Dedem çorak toprağı göstererek burası acıların diyarı diyor Acıyla beslenenlerin diyarı… Dedem filozofların Aristo soyundan geliyor demek ki Antik Doğu Anadolu felsefesinin tacını takıyorum dedeme Sonra Urfa’nın feodal bir ağasına savaş açıyor Lastikten pabuçlarına bakmadan. Kız veriyor ağa, kız da alıyor Dedemin şairler soyundan gelen torununu 5. Karısı yapıyor Ve savaş bitiyor!   Bozkırın ortasında taşa kazınmış bir cümle haykırıyor; ‘’Zamanı Tanrı yaşar, insanoğlu hep ölmek için yaratılmış.’’ İnsanoğlu öldürmek için de yaratılmış. Sahile bir bebek vuruyor, İnsanlığın son kırıntılarından tiz bir çığlık kopuyor. Yatağı kan olanların çağında Adımı yatağında ölenlerin en başına yazdırıyorum.

Ölüyorum O Halde Varım

Ölüyorum O Halde Varım Edvard Munch Ölüm Yatağında   Vahşice yıkıp geçiyoruz dünyadan. Hepimizin dişlerinde taze kan; soğumamış, kurumamış. Tırnaklarımızın arasında parçalanmış et, tırnaklarımızın arasında solucan; kemiriyor insanlığımızı. İz bırakacaksın dünyaya derdi hep annem, her insanın kendi çapında bıraktığı izleri, yıkımları, unutarak. Bir milyar yıl sadece hayvanlar yaşasa dünyada, insanın bin yılda verdiği yıkımı veremez, biliyorum. İnsan toplumsal bir hayvandır diye bir taş atmıştı kuyuya delinin biri, bin akıllı çıkaramadı o taşı kuyudan.     Yıkıp geçtiğimiz dünya da yapılmaya değer tek eylemin ölmek olduğunu anlamam uzun sürmedi; ama bir gün ölecek, bir gün yok olacak olmak masumlaştırmıyor yıkımları. Masum olmak akıllı bir varlığa verilecek bir sıfat değil. Çünkü akıl en büyük silahtır, kafasının içinde silah taşıyanların mağduriyeti silah kendi üzerlerinde patlayana kadardır.    Ben yıkımın bittiği yerdeyim.  Herkesçe beklenen bir sonun başlangıcıyım ben. Gözlerini dünya denen mekansızlığın tavanına çevirenlerin beklentisi…Ölüme yarılanmış bir mumun ışığı ile yaklaşmaya çalışıyorum. Duruyorum neden sonra, bir belirsizlik var, ölüme yaklaşmanın bir bedeli olmalı: Yaşam… Ha ha ha! Bir gün öleceğimi bilenler istediler yaşamamı. Bile bile atıldım bu çukura. Ve şimdi nefesi canilik kokan güruhla aynı çukurda kaynatılıyorum, çukur sefaletle doluyor. Kaynatılıyorum, yaralarım asla kapanmayacak gibi kanıyor. Gülüşmeler duyuyorum, beynimi paslı bir iğneyle, ince bir işçilikle delen gülüşmeler…    Ölmek, bir serzeniş, bir isyan ile değil, uysal bir koyun gibi vereceğim boynumu. Ölmüş olmak ölümün kendisinden daha az korkutucu değil mi? Gövdem nazlı bir titreyişle isterdi oysa yaşamayı; gülmek ağlamaktan daha zor olmasaydı. Ben ölümün proletaryası, ben ölümün propagandasıyım. Rahatsız bir rahatlığın ürünüyüm ben. Ölüyorum, o halde varım…

Film Şeridi GİBİ

Film Şeridi Gibi    Kendime geldiğimde hastanenin beyaza boyalı tavanı büyük bir sarsıntıyla üzerime yıkılır gibiydi. Kulağımın dibinde susmak bilmeyen sinir bozucu bir “dıt” sesi. Vücudumun hayati derecede önemli yerlerine amansız vantuzlar takıldığından canım acıyor. Etrafımı garip bir tedirginlikle kontrol ediyorum. Kimse yok. Zaten kimin olmasını bekliyordum ki? Dijital ekrandaki tarih ve saat gözüme ilişti. 28 Şubat… Saat 23.59. Demek ki kış mevsiminin son gününe kadar dayanabilmişim. Ne garip! İnsanların beni hayatta tutmak için gösterdiği bunca çabayı artık anlayamıyorum. Ama onlar belirsiz bir iradeden komut almış duygusuz bir mutfak robotu gibi hareket ettiklerinin farkında bile değiller. Kaç yaşında olduğumu bir an için unuttuğumu fark ettim. Oda tamamen boş ve yaşımın kaç olduğunu sorabileceğim kimsem yok! İnsan doğum gününü unutur mu hiç? Ama ben unuttum. Ha, ha! Demek ki mutlu bir hayat yaşamışım. Gücümün tükenmek üzere olduğunu fark ediyorum. Evet, evet sanırım her şey bitiyor. Gözlerim kamaşıyor, ağzım kurumuş ve sanki ağır bir insan üzerime oturmuş gibi hareket edemiyorum.     Birkaç saniye sonra…    Orta çağda yaşayan adi bir cani gibi hissediyorum. Bu hisle birlikte; “Kadim aşk şehri Paris’in Grève Meydanının en önemli kişisi neden ben olmayayım?” diye iç geçiriyorum. Grève Meydanı…  Grève Meydanı… Bu yer size de hiç yabancı gelmiyor değil mi? Elbette bunun birçok sebebi var. Mesela tarihte Paris’te gerçekleştirilen çoğu önemli idam bu meydanda yapılmıştır. Bitti mi hayır! Ayrıca birçok klasik Fransız romanında bu önemli meydanda gerçekleşen en az bir idam sahnesinin tasvir edilmiş olduğunu görebilirsiniz. Peki, neden bu lanetli meydanın en önemli kişisi olmak istiyorum? Çünkü birazdan bu lanet hastane köşesinde öleceğim ve buna adım kadar eminim. Aynı o meydanda hayatını kaybetmiş idam mahkûmları gibi öleceğimi önceden bana bildirdiler. Ne acımasızlık ama! Aman! Neyse ne! Zaten benim burada asıl dikkat çekmek istediğim mesele bu değil ki! Benim yakındığım husus o şanslı idam mahkûmları gibi neden benim de sonumun giyotinle olmaması.    Bence Grève Meydanında yaşanan tüm o infazlarda idam mahkûmundan sonra en ilgi çekici enstrüman giyotindir! Ne buluş ama! Ben, çoğu aklı başında insan için oldukça korkutucu olan bu aleti ani ölüm makinası olarak adlandırıyor ve tüm içtenliğimle bağrıma basıyorum. Her şeyi hızlıca sona erdiren oldukça basit ama bir o kadarda etkili bir icat değil midir giyotin? Yaşlı boynumu o muhteşem giyotinden yoksun bırakan bu dönemden işte tam da bu yüzden nefret ediyorum. Şimdiyse kafamın dibinde durmadan çınlayan şu iğrenç “dıt” sesine tahammül etmek zorundayım. Bunun yerine o meşhur lanetli Grève Meydanında olmak için neler vermezdim? O dur durak bilmeyen alkış ve ıslık sesleri… İnsanların kendi aralarında yaptıkları anlamsız konuşmaların gürültüsü… Tek bir amaç uğruna toplanmış mahşer günü gibi olan o muazzam kalabalık yok mu? İzleyenlerin hiç eksilmeyen aksine artarak devam eden kaygılı ve bir o kadarda dikkatli bakışlarını üzerinde hissetmek… Ne büyük şanstır; kıymetini bilene!    Yüce bir kral gibi tüm gözlerin sadece yüzüne dikildiğini fark etmek. En ufak hareketinizin izleyenlerde bin bir türlü anlam ifade ettiği eşsiz bir son. Bu herkese nasip olmayacak türden bir ölüm değil de nedir? Her şeyden önemlisi birazdan ölecek olan faninin hayatının son anlarında asla yalnız kalmasına izin verilmemesidir. Ve hatta bazı iyi yürekli kadın ve nadirde olsa erkeklerin idam mahkûmunu gerçekten hiç ama hiç tanımadıkları hâlde onun sefil, adi ve günahkâr ruhu için Tanrı’ya yakarmalarına nail olabilmek bence çok büyük bir nimet!    İşlemiş olduğum tüm o suç ve günahları bir bilemedin iki asır önce gerçekleştirmiş olsaydım… Ah, ah… Biraz önce hayalini kurduğum o fevkalade sahne belki de gerçek olacaktı. Zamanın yozlaştırdığı bu devir bu son dilek hakkımdan da beni mahrum bırakıyor. Ne yazık! İnanın bana sırf bu yüzünden şu anda ölmek istemiyorum. Ama elden ne gelir?    İçimden yükselen tiz bir ses; “İnsan hayatı da koca bir sene gibi gelir ve geçer,” dedi.    “Kimsin sen?” diye çıkıştım dehşet içerisinde. Ama soruma hiçbir karşılık alamadım. Sanki içimdeki bir başka ben canlanmış ve durmadan bana bir şeyleri hatırlatmaya çabalıyordu. Eski bir anı veya önceden benim için hayati derecede önemli olan ancak şimdi benim için hiçbir şey ifade etmeyen bir duyguyu ısrarla işaret ediyor gibiydi. Evet, evet! O tiz ses bana durmadan bir şeyler söylüyor ve ben onu çok iyi ve yakından tanıyorum. Şimdi içimden yükselen bu sesi nedensizce ve yalın olarak dinlemeliyim. Belki bu sayede içinde bulunduğum bu kafa karışıklığına tam bir çözüm yolu bulabilirim.     O sesin sahibini buldum. O ses benim çocukluğum. Yani kendimden başkası değil! Şimdiyse o; masum, merak uyandırıcı ve tatlı bir tınıyla durmadan konuşuyor. İçimdeki o tatlı sese büyük bir istekle kulak kabartıyorum. Zaten şu hâlimle yapacağım başka hiçbir işimde yok!    “Mesela insa­nın çocukluk yılları ilkbahar gibi şen şakrak, neşeli ve tazeciktir.”   “Sus!” dedim içimdeki o sese. Çünkü korktum. Çünkü kafayı sıyırmış bir deli gibi tamamen çaresiz hissediyorum. Ama o, insafsızca devam ediyor ve sanki beni hiç duymak istemiyordu. Benim varlığım onu hiç alakadar etmiyormuş gibi o melodik konuşmasına devam etmek istiyordu. Hâlbuki ben olmasaydım o, gerçekten nasıl var olabilirdi ki?    “Her şey ilk defa çiçek açıyor ve umut fışkırıyor acemi gönüllerde. Her şey o kadar masum ve olabildiğince güzel ki… Çocuk gönlünde pa­muk şeker tadı, dünyada tattığı en güzel tat oluvermiştir insanın.”    “Sahi,” dedim tüm içtenliğimle. “Sahi! En son ne zaman pamuk şeker yedim?” diye düşündüm. Bir anıyı gözlerimin önüne getirmeye çalıştım. Bu mecalsiz hâlimle ne yaparsam yapayım başarılı olamayacağıma neredeyse emindim. Ah! Keşke bir kerecik olsun parmağımı oynatabilsem, birilerini yardıma çağırabilsem! Tek başıma ölmek istemiyorum! Ama ne kadar uğraşırsam uğraşayım bu asla mümkün değildi.    “Huzuru ise onu koşulsuz seven anne ve babasının kucağında bulur çoğu zaman.”    Bu sözlerden sonra hüzünlenmiştim. Çünkü ne annem kalmıştı ne de babam… Beni aslan oğlum diye seven babam neredeydi. Tatlı kuzum diyerek saçlarımı okşayan annem şu anda hangi işle meşguldü? Peki, ya diğerleri? Kardeşlerim? Peki, hayatıma sonradan dâhil olan yabancılar neredeydi? Çocukluk arkadaşlarım, beni çok sevdiğini iddia eden tüm teyzeler, amcalar, dayılar, yengeler… Neredesiniz? Ben daha kundaktaki küçücük bir bebekken beşiğime nazar boncuklu çeyrek altın takan tüm o yakın akrabalarım nereye kaybolmuştu? Sadece o ses vardı kulaklarımda…    “İnsanın o dönemlerde mutlu olmak için o kadar çok sebebi vardır ki… Mesela kuşlar cıvıl cıvıl ötüyordur, göçmen kuşlar akın

La Belle Dame Sans Merci

La Belle Dame Sans Merci    La Belle Dame sans Merci (Merhametsiz Güzel Kadın), John Keats’in 1819 yılında kaleme aldığı ünlü bir baladdır. Şiir, bir şövalyenin, ona aşk vaat edip sonra terk eden esrarengiz ve büyüleyici bir kadın tarafından kandırılmasını anlatır.    La Belle Dame sans Merci”, adını Alain Chartier adlı 15. yüzyıl Fransız şairinin yazdığı bir şiirden alır. Chartier’nin şiiri, bir kadının aşkı reddetmesi ve bir aşığın bu yüzden çektiği acıları anlatan uzun bir didaktik eserdir.    John Keats, bu temayı alıp yeniden yorumlamış ve onu romantik edebiyatın gotik ve doğaüstü unsurlarıyla harmanlamıştır. Keats’in versiyonunda, kadın bir “femme fatale” (öldürücü kadın) figürü haline gelir; şövalyeyi kendine aşık edip sonra onu terk eder. Bu, 19. yüzyılda sıkça rastlanan “kadın baştan çıkarıcı ve yıkıcıdır” temasıyla da örtüşür.  Dolayısıyla, şiirin kökeni ortaçağ Fransız edebiyatına dayansa da Keats bunu kendi romantik ve melankolik üslubuyla yeniden yaratmıştır. Femme Fatele(Öldürücü Kadın)   Femme fatale, cazibesiyle insanları etkisi altına alan, onları tehlikeye sürükleyen ve çoğu zaman felakete uğratan gizemli, baştan çıkarıcı bir kadın arketipidir. Edebiyat, sanat ve sinemada sıkça karşımıza çıkan bu figür, tarih boyunca farklı biçimlerde yorumlanmıştır.  Kurbanlarını büyüleme, baştan çıkarma ve hipnotize etme yetenekleri, eski hikâyelerde doğaüstü bir güç olarak görülmüştür. Bu nedenle, femme fatale figürü genellikle cadı, büyücü veya şeytani bir varlık gibi tasvir edilir. Modern anlatılarda ise, onun gücü daha psikolojik ve manipülatif bir biçimde sunulur.   Femme fatale karakterleri çoğu zaman ahlaki açıdan belirsizdir ve tehlikeli bir cazibe yayarlar. Onlar sadece baştan çıkarıcı kadınlar değil, aynı zamanda zekâları ve bağımsızlıklarıyla da dikkat çeken figürlerdir. Her zaman bir gizem ve tedirginlik duygusuyla ilişkilendirilen femme fatale, edebiyat ve sinemanın en ikonik karakterlerinden biri olmaya devam etmektedir.   Femme Fatale arketipinin en eski örneklerinden biri, Yahudi mitolojisinde Adem’in ilk eşi olarak kabul edilen, bağımsızlığı ve isyanıyla öne çıkan, Ademe boyun eğmeyi reddettiği için cenneti terk eden Lilith’dir.   John Collier tarafından Lilit (1887), Atkinson Art Gallery and Library, İngiltere La Belle Dame Sans Merci-John KEATS “Seni ne üzebilir, ey gücü-pek bahadır!Yalnız dolaşıyorsun, benzinde solgunluk var.Sazlar kurudu artık gölün kıyılarında.Ötüşmez oldu kuşlar. “Seni ne üzebilir, ey gücü-pek bahadır!Ne kadar da bitkinsin, terk etmiş seni rahat,Sincap doldurdu artık kışlık ambarlarını.Yapıldı bitti hasat. “Bir zambak görüyorum senin alnında açmışIstırap nemi ile humma çiği taşıyan,Ve solan bir gül yanağının üstündeSon demini yaşayan.” “Bir hatuna rastladım kırlarda dolaşırken,En güzelden de güzel – Gerçek bir perikızı,Topuklarında saçı, keklik gibi sekişli,Vahşi – ürkek bakışlı. “Çiçeklerden bir çelenk ördüm onun başına,Sonra bileziklerle bir kemer hoş kokulu;Gözlerime baktı da sevdalı gözleriyle,İnledi arzu dolu. “Tuttum, onu bindirdim rahvan giden atımaOndan sonra bütün gün bilmedim gördüğümü,Eğilerek bir yana çünkü çağırdı durduBir peri türküsünü. “Bayan hazlar verici kökler çıkardı bana,Yaban balı topladı, kudret çiği içindi,Ve sonunda dedi ki kendi peri dilinde’Çok seviyorum seni.’ “Sonra götürdü beni büyülü mağ’rasına,Or’da gözyaşı döktü, bir ah çekti kederle,Or’da kuruttum ben de o vahşi gözleriniYanan öpücüklerle. “Or’da uyuttu beni tatlı ninnileriyle,Bir rüya gördüm or’da – Ah! bahtım ne de kara,Biraz önce gördüğüm pek taze bir rüya buBu ürperten yamaçta. Solgun krallar gördüm, prensler, savaşçılarÖlüm solgunluğuydu hepsinin yüzündeki;Haykırarak dediler ki – “La Belle Dame sans MerciBeni de tutsak etti!” “Kavruk dudaklar gördüm akşam alacasındaBüyük büyük açılmış müthiş bir uyarmayla.Birden uyanıverdim, bur’da buldum kendimiBu ürperten yamaçta. “İşte bundan dolayı buradayım şimdi benYalnız dolaşıyorum, benzimde solgunluk var,Kurumuş da olsalar sazlar göl kıyısındaSusmuş da olsa kuşlar.” John Keats Çeviren: Mete Ataç