Kurguzist

Sisifos Söyleni

Sisifos Söyleni    Sanırım kitabı özetlemeye gerek yok zaten bu aralar internet sağ olsun çok popüler oldu. Camus, Sisifos’un mutsuz olmadığını, bilakis bu dünyada kendine bir amaç yaratarak bu amaç ne kadar gerçekleşmesi imkansız da olsa amacı uğruna didinip durduğu için mutlu bir insan olarak düşünülmesi gerektiğini savunur. İnsanın kendine bir amaç yaratmasının ve bu amaçla hayatına anlam kazandırma çabasının ucuz bir numaradan ibaret olduğunu düşünürdüm. Fakat nedendir bilinmez bu numara genelde şaşmaz ve değersiz hayatlarımızı bir şekilde yaşanmaya değer kılmayı başarırız ya da bu uğurda çabalamak bile bizi memnun eder. Bu kadar ucuz görünen bu numaranın işe yaramasının içimizde  mevcut başka birşeye işaret ettiğini düşünüyorum. Mevcudiyetimizdeki bu sönmeyen yaşama ateşinin varlığına her geçen gün biraz daha ikna oluyorum. Bu hissin meraktan bağımsız olduğunu düşünüyorum. Hayatın bana vaad ettikleri az çok şimdiden belli. en iyi ihtimalle nelere sahip olacağım – en kötü ihtimalle ne olacağım demeyeceğim çünkü işler kötüyü konuşmaya gelince Tanrı çizgi çekmeyi unutmuş- belli. Sabah uyanınca kuşların sesini duymak, güzel bir yemek yemek, fırından yeni çıkardığım ekmeğin kokusunu içime çekmek, arabada şarkı dinlemek, bir öğleden sonra aylaklık yapmak, bir çınarın altında yatmak benim için başlı başına hayatın kendisi. Bazen bu kadar olumlu düşünemediğimi kabul etmek zorundayım. Tanrı mayamı hazırlarken başka kullarında esirgemediği bazı bileşenleri bana fazla görmüş ya da tam tersi elini hiç korkak alıştırmamış. Yaratılışımın dengesizliğine rağmen geçmişe baktığımda inanılmaz bir yol kat ettiğimi görüyor ve ferahlıyorum. İnsan olmanın büyüsünü hala çözememiş de olsam öyle ya da böyle zamanın değirmeninde ufalanıp gitmeye devam ediyorum. Bu böyleydi ve böyle olacak. Umarım değirmen durduğunda çuvalımda güzel bir yaşamın kırıntıları olur.

GEÇMİŞİN TEDARİKÇİSİ

Geçmişin Tedarikçisi       Yan masadan kahkaha sesleri yükseliyor. İçlerinden biri bastırdığı kahkahasına ilaveten boğuk ve titrek bir sesle diğerlerini sessiz olmaları gerektiği konusunda uyarıyor. Sesler ve gülüşmeler dinmiyor, aksine daha da artıyor. Ne rahatsız edici! O sırada sipariş almaya giden bir garson hızlı adımlarla masamı teğet geçip üst kata çıkan merdivenlere yöneliyor. Elindeki not defterini abartılı bir şekilde sallayarak merdivenleri ikişer üçer çıkıyor. Tahta merdivenin üzerine binen yüke feryat edercesine çıkarttığı gıcırtıyı içinde bulunduğum gürültüye rağmen duyuyorum. Merdivenin yanı başındaki tezgâha boş bardakları dizmekte olan başka bir garsonu izliyorum şimdi. Omzuna gelişi güzel attığı yıpranmış, yeşil beziyle alnında biriken terleri siliyor, boştaki eliyle ise kendini yelpazeliyor bir müddet. Bu kısa kaçamağının fark edilmesinden çekinircesine sıkıntıyla nefes veriyor ve vakit kaybetmeden işinin başına dönüyor. Seri bir şekilde, dizlerine dayandırdığı sepetten bardakları alıp tezgâha diziyor. Bir bardağa daha yer açmak için elinin tersiyle sırayı hafifçe itiyor. Fakat yer yok. Sıra sonundaki bardaklardan biri dönerek yere düşüyor ve tuz buz oluyor.     Silkelenerek bakışlarımı daldığım manzaradan masama çeviriyorum. Ellerim masada, parmaklarım birbirine kenetlenmiş vaziyette. Birkaç saniyelik keşfimle masanın üzerindeki su lekelerini ve toz zerreciklerini fark ediyorum. Yüzümü buruşturarak masaya dayalı dirseklerimi karnıma çekiyor, ellerimi kucağıma yerleştiriyorum. Az öteme sabitlenmiş ayaklı menüye bir göz atıyorum. Aç değilim. Beni buraya ne getirdi?     Lastiğin asfaltta çıkardığı tiz ses kulaklarıma ilişiyor önce. Kısa bir sessizlik. Çok kısa bir an için. İrkilerek kafamı kaldırıp cam kenarındaki masamdan dışarıya bakıyorum. Kaldırımdaki yayalar koşuşturmaya ve bağırmaya başlıyor. Yolda düzensiz, zikzaklar çizen lastik izleri… Bahse girerim kuvvetli sürtünmeden dolayı sıcaktır izler. Parmaklarımı izler üzerinde gezdiriyorum göz kapaklarımın ardında. Evet, kesinlikle sıcak! Gözlerimi ne zaman kapattığımı bilmediğim gibi ne zaman açtığımı da anımsamıyorum. Yol üzerinde tek bir aracın izlerinin olması dikkatimi çekiyor. Odağımı birbirine girmiş iki arabaya çeviriyorum. İkisinin de kaputlarından dumanlar yükseliyor. Camları kırılmış, yer yer yola saçılmış. Adını ve işlevini bilmediğim araba uzuvları sere serpe yatıyor asfalt üzerinde. Kapıları öyle bir kuvvetle içeri gömülmüş ki yakın mesafeden bakan biri açılan aralıktan içerideki kazazedeleri görebilir-ya da göremez. Bu hâlleriyle ezilmiş kutu içeceklere benziyorlar. Hurdadan farksız metal iskeletler…     Belli belirsiz bir cızırtı sesi işitiyorum. Hangi arabadan geldiğini anlamak zor. Büyük ihtimalle radyodur, diye geçiriyorum içimden. Bu varsayımımla birlikte içinde bulunduğum durum tanıdık bir hâl alıyor. Kazadan sonra radyonun hâlâ çalışabiliyor olması ve benim bu sesi işitebiliyor olmam garip. Onca gürültüye ve mesafeye rağmen? Yan masadaki grup masamda şimdi. Kazayı daha iyi görebilmek için birbirlerini eziyorlar adeta. Elleriyle masamdan destek alıyor, parmakları üzerinde yükselerek boyunlarını uzatıyorlar. Boş gözlerle onları izliyorum bir süre. Bakışlarımı yüzlerinde gezdiriyorum. Gözlerine zuhur etmiş yabanilik bir yerlerden aşina geliyor. Tuhaf bir hastalık var bu insanlarda. Felaket getirilerinden etkilenenlere duyulan alaycı bir acıma. Bugünün anlatılacaklar listesine mühim bir olay eklendiği için nahoş bir heyecan… Tavırlarından anlam çıkardıkça öfkem alevleniyor. Bu denli basit ama anlaşılmaz olmaları kafamı karıştırıyor. Geriliyorum.      Seyrime devam ederken kulaklarım çınlamaya ve görüşüm bulanıklaşmaya başlıyor. Birdenbire tüylerim diken diken oluyor, başımdan aşağı kaynar sular dökülüyor adeta. Hızlıca gözlerimi kırpıştırıyorum. Emin olmak için başımı lokantanın geri kalan güruhuna çeviriyorum. Düzen. Muntazam bir düzen var bu işleyişte.     Yan sandalyedeki çantamı kaptığım gibi fırlıyorum. Kalkarken kullandığım kontrolsüz güç oturmuş olduğum sandalyeyi düşürüyor. Boğazımda bir hıçkırık nüksediyor. Gözlerim doluyor ama yaşlar akmıyor. Bedenimi ve zihnimi dizginlemek için kendi kendime dayanıksız telkinlerde bulunuyorum. Titreyen terli ellerimden destek alarak kalabalıktan sıvışmaya çalışıyorum. Birkaç kişi kolumdan tutup bir şeyler geveliyor. Fakat kelimeler bana ulaşmadan anlamlarını yitiriyor. Ne duyuyor ne görüyorum. Görülecek ve duyulacak çok şey varken…       Uyanıyorum.      Bir tümsekten geçmiş olmalıyız. Aksi takdirde başımı dayamış olduğum cama bu kadar sert vurmamın başka bir açıklaması olamaz. Araba sert bir şekilde fren yapıyor. Yavaşlıyor ve duruyor. Büyük ihtimalle ışıklarda durduk. Fakat bu tahminimi kanıtlayacak bir kanıtım yok. Sinyal sesi. Tık tık tık… Sağa mı döneceğiz yoksa sola mı? Tok bir ‘tık’ sesi daha. Radyonun açma kapama düğmesine basıldı anlaşılan. Şimdi diğer düğmeler kurcalanıyor. Frekans ha bire değişiyor, belli başlı kanallarda duruyor. Kanallar arası kulak gıdıklayan bir cızırtı sesi dolduruyor arabayı. Yabancı pop, arabesk, rock, türkü, rap… İstediğini bulamıyor. Hangi kanalda durdu bilmiyorum. Bir şiir okunuyor sunucu tarafından. Oldukça kalın bir sesi var. Bu sese bas mı yoksa bariton mu deniyordu acaba? Korna sesleri yükseliyor art arda. Yeşil ışık yandı. Bir iç çekiş. Araba hareket etmeye başlıyor. Sola dönüyoruz. Bir u dönüşü. Nereye gidiyoruz?      Gözlerimi açıyorum. Başım hâlâ cama dayalı. Kıpırdamadan göz ucuyla dışarıyı seyrediyorum. Bir parkın önünden geçiyoruz. Bomboş. Hava yavaş yavaş kararmaya başlamış.      “Bunu ne zamana kadar devam ettireceksin?”      Usulca ona doğru dönüyorum. Gözleri yola kenetlenmiş vaziyette. Kaşları çatık, alnı kırışık. Saçlarının arasından bir ter damlası sağ şakağına düşüyor. Şakağında iki, üç tel beyaz görüyorum. Saçlarında beyazı olduğunu hiç fark etmemiştim. Belki de çok uzun zamandır oradalardı da ben görmedim.        Sana en son ne zaman, gerçekten, baktım?      Bakışlarımın üzerindeki yükünü kaldıramıyor. Kirpiklerini kırpıştırarak kendini toparlamaya çalışıyor. Hırıltılı ve gürültülü şekilde, içinde bulunduğu külfetin bedeninde aksetmesinin yarattığı gerginlikle, bir nefes çekiyor içine. Âdem elmasının devamlı hareketini görebiliyorum, yutkunuyor. Boğazında bir yumru var anlaşılan, mecazi ya da değil. Direksiyonu öylesine kuvvetle sıkıyor ki parmak boğumları bembeyaz. Öfkesini saklamaya çalıştığı zaman bu şekilde kamufle eder, tanıyorum. Onu daha fazla kışkırtmak istemiyorum, cevap vermeyeceğim. Ki buna gerek yok. Varlığım sinirlenmesi için fazlasıyla neden ve hak veriyor kendisine.     Cevapsız sorular sormaya devam ediyor. Susuyorum. Ses tonu gittikçe yükseliyor, araba hızlanıyor. Bağırmaya ve direksiyona vurmaya başlıyor. Duyuyor ama dinlemiyorum.Onu dinlemeyi bırakalı çok oldu. Onu bırakalı epey oldu…       Bir dört yol ağzına yaklaşıyoruz, ışıklara doğru. Bizim için kırmızı yanıyor. Ve o durmayacak.     Koluna doğru atılıyorum ama niyetim onu durdurmak değil. İçimde dışarı çıkmaya can atan bir ‘ben’ var. Benim yapamayacağım şeyleri yapabilir. Benden daha cesur, dirayetli ve muharip olabilir. Dirseğiyle beni kendinden uzaklaştırmaya ve arabanın kontrolünü sağlamaya çalışıyor. Delirdiğimi söylüyor. Korkuyor. ‘Ben’den o kadar kolay vazgeçemez.      Radyo sunucusu şiirini bitirdi şimdi. Neşeli bir sesle reklamlardan sonra görüşmeyi diliyor. Basit bir reklama geçiş müziği… Işıkları tam gazla geçiyoruz. Solumuzdan gelen bir arabayla birlikte.       Uyanıyorum.     Okul koridorları beni her daim ürkütmüştür. Özellikle de şimdiki

Kutuplaşma Ekseninde İyilik Ve Kötülük

Kutuplaşma Ekseninde İyilik Ve Kötülük    İyi ve kötünün, keskin bir bıçakla birbirinden ayrılmış gibi siyah ve beyazı temsil etmesi, dünyadaki kutuplaşmanın temelini oluşturuyordu. Bir şeyin tam olarak iyi olması için ne gerekiyordu? Veyahut birine kötü demek için hangi şartları gözler önüne sermesi gerekiyordu? Bu belirsizlik farklı insan kitlelerinde farklı belirginlikler yaratıyordu.    Bir savaşın hangi cephesinden bakarsan bak, hep baktığın cephe haklıdır. Kimse haklı bulmadığı bir dava uğruna savaşmaz, bu dünyanın her yerinde değişmez bir kural haline dönüşmüştür; İnsanın savaşı hakikatidir. O halde iyi kimdir, kötü kimdir?   İskender, Makedonya halkına göre şüphesiz bir ilah kadar iyiliği temsil ediyordu; fakat III. Darius ve halkının kâbuslarında başroldeydi. Buradaki tezatlık, siyah ve beyazın yarattığı tezatlık kadar belirgindi.    İyilik ve kötülük, kalıp davranışlara göre değil, insan kitlelerinde uyandırdığı faydaya göre belirleniyordu.