Kurguzist

Park Banklarındaki Yazılar

Park Banklarında Ki Yazılar Doğdum. Yaşadım. Öldüm. Sonra durdum, bakınmaya başladım. Acı çeken insanlara, yalnızlara, pişmanlığın yaktığı insanlara, ümitsizliği şarap gibi içenlere. hatta her gece ölüp sabahına dirilenlere. Sonra başka bir şeyler de olmalı dedim. Çok sevilen insanlara baktım, sevilmeyen insanlara, bütün olmuş iki insanın sevişmelerine, daha da ileri gittim. Zihniyle hatta hayatıyla sevişenleri gördüm. Burdan sonra yine durdum. Öylece durdum, çakılmış bir çivi gibi. Şimdi ağlıyorum, hepimize. Çünkü hiçbir şey işe yaramadı.

Görme Oyunu

Görme Oyunu Gözlerinizle gördüğünüz her şeyin gerçekliğinden ne kadar eminsiniz? Peki ya gördükleriniz aslında sadece zihninizin bir oyunuysa? İsviçreli doğabilimci Charles Bonnet’in dedesi Charles Lullin’in yaşadıkları, bu soruları derinlemesine düşünmemize sebep olmuştur. 89 yaşındaki Lullin, durup dururken etrafında kimsenin görmediğikuşları, binaları ve at arabalarını görmeye başlamıştı. Başlarda herkesin aklına yaşlılığa bağlı bunama ya da delilik olabileceği geldi ancak çok daha farklı bir gerçeğe işaret ediyordu: Lullin, gördüklerinin gerçek olmadığını görsel bir halisünasyon yaşadığınıbiliyordu. Bu durumda da ne bunamış ne de delirmiş olabilirdi. Sonrasında torunu Bonnet tarafından tanımlanacak bir göz hastalığı olan “Bonnet Sendromu” yaşıyordu.  Sonraki araştırmalar, benzer deneyimler yaşayan başka kişileri de ortaya çıkardı. Görme bozukluğu olan bu kişiler, normalde hiç görmedikleri kadar net görüntüler görüyordu. Zihin hayata devam etmek için her şeyi yapıyordu ancak sendroma sahip olan kişilerin dünyayı algılama biçimleri de değişmiş olmalı. İlginç olan ise bu sendromun genellikle yalnız yaşayan veya sosyal etkileşimi zayıf olan bireylerde görüldüğü. Ayrıca, eğitim seviyesi yüksek ve yaratıcı becerilere sahip kişiler de bu deneyimleri yaşama eğilimindeydi. Kendini inşa etmeye çalışan insan, kabuğuna çekildikçe ve üretmeye çalıştıkça hayal dünyasında mı yaşamaya başlıyor? Gerçek sandığımız şeyler ne kadar gerçek? Ortak bir gerçeklikten bahsediyorsak, bunun ne kadar ortak olduğu tartışma konusu haline geliyordu. Hatta bunun paralel evrenlerle bir ilgisi olabileceği, bu hastalığa sahip olanların başka evrenlerden gelen görüntüler olabileceği gibi fikirler de ortaya atıldı. Tüm bunlar, gerçekliğin ne olduğuna dair algımızı sorgulamamıza neden oluyor.Peki bu nasıl mümkün olabilirdi? O halde, gördüklerimize ne kadar güvenebiliriz? Belki de dünyayı algılama şeklimiz, sandığımızdan çok daha büyük bir bilinmezlik barındırıyor.

Yahuda İnsanoğluna Bir Öpücükle Mi İhanet Ediyorsun?

Yahuda İnsanoğluna Bir Öpücükle Mi İhanet Ediyorsun? (Luka 22:48) The Kiss of Judas (İhanet Öpücüğü) Yahudiye’de birtakım bulutlar kanla okşanmış Bir çarmıhın üstünü sislendirmekte İki el, iki ayak çivilerle çakılmış; çarmıh kanlara belenmekte Yeni ahit diyorum ne diyorsun bu duruma                                 Bilmem diyor İsa’nın kafatasında şarabımı yudumluyorum İslam yaramaz bir öğrenci edasıyla söze atılıyor Yalan diyor İsa’yı görmedim ben çarmıhta Ne komik(!) Tanrılar bile birbiri ile savaşta…   Yahuda! dikenlerimi bir devenin ağzında mı eritiyorsun, Yoksa İsa’nın başına taç olarak mı geçiriyorsun? Yahuda sahte bir mahcubiyetle susuyor. Çarmıha ben de çakılmayacaksam ne geziyorum tarihin sayfalarında? Hristiyan alemi içli bir koro halinde gülüyor Kutsal kâsede İsa’nın kanını uzatıyorlar bana, Vakit: son akşam yemeği İçmem diyorum elimin tersi ile koronun üstüne itiyorum Da vinci gözyaşları içinde tablosunu çizmeye devam ediyor.   Bir Kürt kızının kızıla çalan saçları hunharca hırpalanıyor Hırpalandıkça yayılan kına kokusu tüm coğrafyaya bütün kutsal kitapları sorgulatıyor. Bir yerlerde bir firavun bütün İbrani bebeklerini öldürtüyor Musa ölmüyor! Bilmem kaçıncı Ramses tanrıların şahı Yehova’ya amansız bir savaş açıyor Sezar diyorum, boş ver bunları neden büyük dediler sana Kleopatra’nın yatağından sesleniyor; İskender’e sor! Hanginizdiniz büyük olan, diyorum Etrafı büyük bir çöl sessizliği kaplıyor    Neyse diyorum, ne önemi var? Ve sonra İskender Ramses ’in üzerine yürüyor Yumruklarını sıkarak: Kar mı yağdırmış senin üzerine Yehova? Yoksa kan mı Nil’e? Simya diyorum ne kadar da önemli? Dene-me yanıl-ma -ymış, hatlar karışmasın -me, -ma olumsuzluk eki! Tarih yanılmaz hep tekerrür edermiş Tarihi kahramanlar ölüp ölüp dirilirlermiş Tarih kimyadan mı ibaretmiş?   Altın bulamadım saygıdeğer Musa Mahzur gör felsefe taşım da yok Bir iki parça gümüş buldum yalnız Eritip bir put yapacağım onla İbrahim gelir diye sahneye sonra, elinde ise asa Yok yok bir yerlerde bir şeyler karıştı, elinde balta… İbrahim, sözüm olsun seni kırmakların tanrısı ilan edeceğim Hem bak bizim buralarda kırılan tamir edilmez Tek bir kemiğin bile kaynamasına izin yoktur buralarda Uhu ile doldurulur kırılan yerler İnatla Japon yapıştırıcı verilmez kırılan parçalarımıza Sahi insan da kırılır mı? Bin yerinden kırıldı Musa -Görülen geçmiş zaman Musa görülen geçmiş zaman…- Hem de baltayla falan değil ha…   Buranın diyorum toprağı taşlıdır suyu tuzlu Dinlemiyorlar. Bir peygamber olsam diyorum Çöl ortasındaki serapları hakikate çevirsem Kumlar dolsa apış aralarıma… Ve ağız dolusu küfürler ediyorlar bedeviler Tam da seraplara dalmışken Taif değil burası diyorum Taşlanacak olan ben değilim… Sonra bir yaz gecesi annem uyandırıyor uykumdan Evimizin damlarına yıldızlar yağıyor Bir yıldız içine çöküyor Karadelik tekilliğine dönüşüyor İşte o gece bende içime çöküyorum Bir insan tekilliğine dönüşüyorum.   Marcus Antonius tarihe bir dip not düşüyor;‘Sende mi Bürütüs?’ Sezar’ın kemikleri sızlıyor; ‘’Bunu da mı çaldın?’’ Kleopatra az değilsin diyorum, Salome önünde diz çöküyor; ‘’Kraliçem gözün arkada kalmasın…’’ Freud bir rüya görüyor: Nietzsche bir ata sarılmış ağlıyor Delirmek diyorum, aşktan bir adım önde olmalı.   Sabahattin Ali’nin öldürüldüğü yerden mumyası Solcular tarafından çıkarılıyor Sağcılar tarafından cenaze namazı kılınıyor İslami usullere göre gömülmesinin ardından bir ses duyuluyor; İsrafil bu coğrafya için sura üflüyor artık Geldi de geçti zamanı diyor Sağ sol yer yön zarfı olmaktan çıkıyor Orta yoldan yürüyenler, ki onlar en mutlularıdır, Meteliksiz şekilde evlerine dönüyor.   Kafamın içinde binlercesi savaş içindeyken Ekrandan; haydi çocuklar uykuya yazısı geçiyor Gülüyorum, saat henüz dokuz! Aaa televizyon göz kırpıyor diyor kardeşim Babam inatla ilimünati diyor   Bilgisayarın kamerasına siyah bant yapıştırıyorum 1984’ün provasını yapıyorum Winston kitaplığımın arasından küfürler savuruyor Gorki’yle seni yan yana koyanlar utansın diyorum Gorki kahkahalar içinde küsüyor.   Dedem çorak toprağı göstererek burası acıların diyarı diyor Acıyla beslenenlerin diyarı… Dedem filozofların Aristo soyundan geliyor demek ki Antik Doğu Anadolu felsefesinin tacını takıyorum dedeme Sonra Urfa’nın feodal bir ağasına savaş açıyor Lastikten pabuçlarına bakmadan. Kız veriyor ağa, kız da alıyor Dedemin şairler soyundan gelen torununu 5. Karısı yapıyor Ve savaş bitiyor!   Bozkırın ortasında taşa kazınmış bir cümle haykırıyor; ‘’Zamanı Tanrı yaşar, insanoğlu hep ölmek için yaratılmış.’’ İnsanoğlu öldürmek için de yaratılmış. Sahile bir bebek vuruyor, İnsanlığın son kırıntılarından tiz bir çığlık kopuyor. Yatağı kan olanların çağında Adımı yatağında ölenlerin en başına yazdırıyorum.

Ölüyorum O Halde Varım

Ölüyorum O Halde Varım Edvard Munch Ölüm Yatağında   Vahşice yıkıp geçiyoruz dünyadan. Hepimizin dişlerinde taze kan; soğumamış, kurumamış. Tırnaklarımızın arasında parçalanmış et, tırnaklarımızın arasında solucan; kemiriyor insanlığımızı. İz bırakacaksın dünyaya derdi hep annem, her insanın kendi çapında bıraktığı izleri, yıkımları, unutarak. Bir milyar yıl sadece hayvanlar yaşasa dünyada, insanın bin yılda verdiği yıkımı veremez, biliyorum. İnsan toplumsal bir hayvandır diye bir taş atmıştı kuyuya delinin biri, bin akıllı çıkaramadı o taşı kuyudan.     Yıkıp geçtiğimiz dünya da yapılmaya değer tek eylemin ölmek olduğunu anlamam uzun sürmedi; ama bir gün ölecek, bir gün yok olacak olmak masumlaştırmıyor yıkımları. Masum olmak akıllı bir varlığa verilecek bir sıfat değil. Çünkü akıl en büyük silahtır, kafasının içinde silah taşıyanların mağduriyeti silah kendi üzerlerinde patlayana kadardır.    Ben yıkımın bittiği yerdeyim.  Herkesçe beklenen bir sonun başlangıcıyım ben. Gözlerini dünya denen mekansızlığın tavanına çevirenlerin beklentisi…Ölüme yarılanmış bir mumun ışığı ile yaklaşmaya çalışıyorum. Duruyorum neden sonra, bir belirsizlik var, ölüme yaklaşmanın bir bedeli olmalı: Yaşam… Ha ha ha! Bir gün öleceğimi bilenler istediler yaşamamı. Bile bile atıldım bu çukura. Ve şimdi nefesi canilik kokan güruhla aynı çukurda kaynatılıyorum, çukur sefaletle doluyor. Kaynatılıyorum, yaralarım asla kapanmayacak gibi kanıyor. Gülüşmeler duyuyorum, beynimi paslı bir iğneyle, ince bir işçilikle delen gülüşmeler…    Ölmek, bir serzeniş, bir isyan ile değil, uysal bir koyun gibi vereceğim boynumu. Ölmüş olmak ölümün kendisinden daha az korkutucu değil mi? Gövdem nazlı bir titreyişle isterdi oysa yaşamayı; gülmek ağlamaktan daha zor olmasaydı. Ben ölümün proletaryası, ben ölümün propagandasıyım. Rahatsız bir rahatlığın ürünüyüm ben. Ölüyorum, o halde varım…

Film Şeridi GİBİ

Film Şeridi Gibi    Kendime geldiğimde hastanenin beyaza boyalı tavanı büyük bir sarsıntıyla üzerime yıkılır gibiydi. Kulağımın dibinde susmak bilmeyen sinir bozucu bir “dıt” sesi. Vücudumun hayati derecede önemli yerlerine amansız vantuzlar takıldığından canım acıyor. Etrafımı garip bir tedirginlikle kontrol ediyorum. Kimse yok. Zaten kimin olmasını bekliyordum ki? Dijital ekrandaki tarih ve saat gözüme ilişti. 28 Şubat… Saat 23.59. Demek ki kış mevsiminin son gününe kadar dayanabilmişim. Ne garip! İnsanların beni hayatta tutmak için gösterdiği bunca çabayı artık anlayamıyorum. Ama onlar belirsiz bir iradeden komut almış duygusuz bir mutfak robotu gibi hareket ettiklerinin farkında bile değiller. Kaç yaşında olduğumu bir an için unuttuğumu fark ettim. Oda tamamen boş ve yaşımın kaç olduğunu sorabileceğim kimsem yok! İnsan doğum gününü unutur mu hiç? Ama ben unuttum. Ha, ha! Demek ki mutlu bir hayat yaşamışım. Gücümün tükenmek üzere olduğunu fark ediyorum. Evet, evet sanırım her şey bitiyor. Gözlerim kamaşıyor, ağzım kurumuş ve sanki ağır bir insan üzerime oturmuş gibi hareket edemiyorum.     Birkaç saniye sonra…    Orta çağda yaşayan adi bir cani gibi hissediyorum. Bu hisle birlikte; “Kadim aşk şehri Paris’in Grève Meydanının en önemli kişisi neden ben olmayayım?” diye iç geçiriyorum. Grève Meydanı…  Grève Meydanı… Bu yer size de hiç yabancı gelmiyor değil mi? Elbette bunun birçok sebebi var. Mesela tarihte Paris’te gerçekleştirilen çoğu önemli idam bu meydanda yapılmıştır. Bitti mi hayır! Ayrıca birçok klasik Fransız romanında bu önemli meydanda gerçekleşen en az bir idam sahnesinin tasvir edilmiş olduğunu görebilirsiniz. Peki, neden bu lanetli meydanın en önemli kişisi olmak istiyorum? Çünkü birazdan bu lanet hastane köşesinde öleceğim ve buna adım kadar eminim. Aynı o meydanda hayatını kaybetmiş idam mahkûmları gibi öleceğimi önceden bana bildirdiler. Ne acımasızlık ama! Aman! Neyse ne! Zaten benim burada asıl dikkat çekmek istediğim mesele bu değil ki! Benim yakındığım husus o şanslı idam mahkûmları gibi neden benim de sonumun giyotinle olmaması.    Bence Grève Meydanında yaşanan tüm o infazlarda idam mahkûmundan sonra en ilgi çekici enstrüman giyotindir! Ne buluş ama! Ben, çoğu aklı başında insan için oldukça korkutucu olan bu aleti ani ölüm makinası olarak adlandırıyor ve tüm içtenliğimle bağrıma basıyorum. Her şeyi hızlıca sona erdiren oldukça basit ama bir o kadarda etkili bir icat değil midir giyotin? Yaşlı boynumu o muhteşem giyotinden yoksun bırakan bu dönemden işte tam da bu yüzden nefret ediyorum. Şimdiyse kafamın dibinde durmadan çınlayan şu iğrenç “dıt” sesine tahammül etmek zorundayım. Bunun yerine o meşhur lanetli Grève Meydanında olmak için neler vermezdim? O dur durak bilmeyen alkış ve ıslık sesleri… İnsanların kendi aralarında yaptıkları anlamsız konuşmaların gürültüsü… Tek bir amaç uğruna toplanmış mahşer günü gibi olan o muazzam kalabalık yok mu? İzleyenlerin hiç eksilmeyen aksine artarak devam eden kaygılı ve bir o kadarda dikkatli bakışlarını üzerinde hissetmek… Ne büyük şanstır; kıymetini bilene!    Yüce bir kral gibi tüm gözlerin sadece yüzüne dikildiğini fark etmek. En ufak hareketinizin izleyenlerde bin bir türlü anlam ifade ettiği eşsiz bir son. Bu herkese nasip olmayacak türden bir ölüm değil de nedir? Her şeyden önemlisi birazdan ölecek olan faninin hayatının son anlarında asla yalnız kalmasına izin verilmemesidir. Ve hatta bazı iyi yürekli kadın ve nadirde olsa erkeklerin idam mahkûmunu gerçekten hiç ama hiç tanımadıkları hâlde onun sefil, adi ve günahkâr ruhu için Tanrı’ya yakarmalarına nail olabilmek bence çok büyük bir nimet!    İşlemiş olduğum tüm o suç ve günahları bir bilemedin iki asır önce gerçekleştirmiş olsaydım… Ah, ah… Biraz önce hayalini kurduğum o fevkalade sahne belki de gerçek olacaktı. Zamanın yozlaştırdığı bu devir bu son dilek hakkımdan da beni mahrum bırakıyor. Ne yazık! İnanın bana sırf bu yüzünden şu anda ölmek istemiyorum. Ama elden ne gelir?    İçimden yükselen tiz bir ses; “İnsan hayatı da koca bir sene gibi gelir ve geçer,” dedi.    “Kimsin sen?” diye çıkıştım dehşet içerisinde. Ama soruma hiçbir karşılık alamadım. Sanki içimdeki bir başka ben canlanmış ve durmadan bana bir şeyleri hatırlatmaya çabalıyordu. Eski bir anı veya önceden benim için hayati derecede önemli olan ancak şimdi benim için hiçbir şey ifade etmeyen bir duyguyu ısrarla işaret ediyor gibiydi. Evet, evet! O tiz ses bana durmadan bir şeyler söylüyor ve ben onu çok iyi ve yakından tanıyorum. Şimdi içimden yükselen bu sesi nedensizce ve yalın olarak dinlemeliyim. Belki bu sayede içinde bulunduğum bu kafa karışıklığına tam bir çözüm yolu bulabilirim.     O sesin sahibini buldum. O ses benim çocukluğum. Yani kendimden başkası değil! Şimdiyse o; masum, merak uyandırıcı ve tatlı bir tınıyla durmadan konuşuyor. İçimdeki o tatlı sese büyük bir istekle kulak kabartıyorum. Zaten şu hâlimle yapacağım başka hiçbir işimde yok!    “Mesela insa­nın çocukluk yılları ilkbahar gibi şen şakrak, neşeli ve tazeciktir.”   “Sus!” dedim içimdeki o sese. Çünkü korktum. Çünkü kafayı sıyırmış bir deli gibi tamamen çaresiz hissediyorum. Ama o, insafsızca devam ediyor ve sanki beni hiç duymak istemiyordu. Benim varlığım onu hiç alakadar etmiyormuş gibi o melodik konuşmasına devam etmek istiyordu. Hâlbuki ben olmasaydım o, gerçekten nasıl var olabilirdi ki?    “Her şey ilk defa çiçek açıyor ve umut fışkırıyor acemi gönüllerde. Her şey o kadar masum ve olabildiğince güzel ki… Çocuk gönlünde pa­muk şeker tadı, dünyada tattığı en güzel tat oluvermiştir insanın.”    “Sahi,” dedim tüm içtenliğimle. “Sahi! En son ne zaman pamuk şeker yedim?” diye düşündüm. Bir anıyı gözlerimin önüne getirmeye çalıştım. Bu mecalsiz hâlimle ne yaparsam yapayım başarılı olamayacağıma neredeyse emindim. Ah! Keşke bir kerecik olsun parmağımı oynatabilsem, birilerini yardıma çağırabilsem! Tek başıma ölmek istemiyorum! Ama ne kadar uğraşırsam uğraşayım bu asla mümkün değildi.    “Huzuru ise onu koşulsuz seven anne ve babasının kucağında bulur çoğu zaman.”    Bu sözlerden sonra hüzünlenmiştim. Çünkü ne annem kalmıştı ne de babam… Beni aslan oğlum diye seven babam neredeydi. Tatlı kuzum diyerek saçlarımı okşayan annem şu anda hangi işle meşguldü? Peki, ya diğerleri? Kardeşlerim? Peki, hayatıma sonradan dâhil olan yabancılar neredeydi? Çocukluk arkadaşlarım, beni çok sevdiğini iddia eden tüm teyzeler, amcalar, dayılar, yengeler… Neredesiniz? Ben daha kundaktaki küçücük bir bebekken beşiğime nazar boncuklu çeyrek altın takan tüm o yakın akrabalarım nereye kaybolmuştu? Sadece o ses vardı kulaklarımda…    “İnsanın o dönemlerde mutlu olmak için o kadar çok sebebi vardır ki… Mesela kuşlar cıvıl cıvıl ötüyordur, göçmen kuşlar akın

La Belle Dame Sans Merci

La Belle Dame Sans Merci    La Belle Dame sans Merci (Merhametsiz Güzel Kadın), John Keats’in 1819 yılında kaleme aldığı ünlü bir baladdır. Şiir, bir şövalyenin, ona aşk vaat edip sonra terk eden esrarengiz ve büyüleyici bir kadın tarafından kandırılmasını anlatır.    La Belle Dame sans Merci”, adını Alain Chartier adlı 15. yüzyıl Fransız şairinin yazdığı bir şiirden alır. Chartier’nin şiiri, bir kadının aşkı reddetmesi ve bir aşığın bu yüzden çektiği acıları anlatan uzun bir didaktik eserdir.    John Keats, bu temayı alıp yeniden yorumlamış ve onu romantik edebiyatın gotik ve doğaüstü unsurlarıyla harmanlamıştır. Keats’in versiyonunda, kadın bir “femme fatale” (öldürücü kadın) figürü haline gelir; şövalyeyi kendine aşık edip sonra onu terk eder. Bu, 19. yüzyılda sıkça rastlanan “kadın baştan çıkarıcı ve yıkıcıdır” temasıyla da örtüşür.  Dolayısıyla, şiirin kökeni ortaçağ Fransız edebiyatına dayansa da Keats bunu kendi romantik ve melankolik üslubuyla yeniden yaratmıştır. Femme Fatele(Öldürücü Kadın)   Femme fatale, cazibesiyle insanları etkisi altına alan, onları tehlikeye sürükleyen ve çoğu zaman felakete uğratan gizemli, baştan çıkarıcı bir kadın arketipidir. Edebiyat, sanat ve sinemada sıkça karşımıza çıkan bu figür, tarih boyunca farklı biçimlerde yorumlanmıştır.  Kurbanlarını büyüleme, baştan çıkarma ve hipnotize etme yetenekleri, eski hikâyelerde doğaüstü bir güç olarak görülmüştür. Bu nedenle, femme fatale figürü genellikle cadı, büyücü veya şeytani bir varlık gibi tasvir edilir. Modern anlatılarda ise, onun gücü daha psikolojik ve manipülatif bir biçimde sunulur.   Femme fatale karakterleri çoğu zaman ahlaki açıdan belirsizdir ve tehlikeli bir cazibe yayarlar. Onlar sadece baştan çıkarıcı kadınlar değil, aynı zamanda zekâları ve bağımsızlıklarıyla da dikkat çeken figürlerdir. Her zaman bir gizem ve tedirginlik duygusuyla ilişkilendirilen femme fatale, edebiyat ve sinemanın en ikonik karakterlerinden biri olmaya devam etmektedir.   Femme Fatale arketipinin en eski örneklerinden biri, Yahudi mitolojisinde Adem’in ilk eşi olarak kabul edilen, bağımsızlığı ve isyanıyla öne çıkan, Ademe boyun eğmeyi reddettiği için cenneti terk eden Lilith’dir.   John Collier tarafından Lilit (1887), Atkinson Art Gallery and Library, İngiltere La Belle Dame Sans Merci-John KEATS “Seni ne üzebilir, ey gücü-pek bahadır!Yalnız dolaşıyorsun, benzinde solgunluk var.Sazlar kurudu artık gölün kıyılarında.Ötüşmez oldu kuşlar. “Seni ne üzebilir, ey gücü-pek bahadır!Ne kadar da bitkinsin, terk etmiş seni rahat,Sincap doldurdu artık kışlık ambarlarını.Yapıldı bitti hasat. “Bir zambak görüyorum senin alnında açmışIstırap nemi ile humma çiği taşıyan,Ve solan bir gül yanağının üstündeSon demini yaşayan.” “Bir hatuna rastladım kırlarda dolaşırken,En güzelden de güzel – Gerçek bir perikızı,Topuklarında saçı, keklik gibi sekişli,Vahşi – ürkek bakışlı. “Çiçeklerden bir çelenk ördüm onun başına,Sonra bileziklerle bir kemer hoş kokulu;Gözlerime baktı da sevdalı gözleriyle,İnledi arzu dolu. “Tuttum, onu bindirdim rahvan giden atımaOndan sonra bütün gün bilmedim gördüğümü,Eğilerek bir yana çünkü çağırdı durduBir peri türküsünü. “Bayan hazlar verici kökler çıkardı bana,Yaban balı topladı, kudret çiği içindi,Ve sonunda dedi ki kendi peri dilinde’Çok seviyorum seni.’ “Sonra götürdü beni büyülü mağ’rasına,Or’da gözyaşı döktü, bir ah çekti kederle,Or’da kuruttum ben de o vahşi gözleriniYanan öpücüklerle. “Or’da uyuttu beni tatlı ninnileriyle,Bir rüya gördüm or’da – Ah! bahtım ne de kara,Biraz önce gördüğüm pek taze bir rüya buBu ürperten yamaçta. Solgun krallar gördüm, prensler, savaşçılarÖlüm solgunluğuydu hepsinin yüzündeki;Haykırarak dediler ki – “La Belle Dame sans MerciBeni de tutsak etti!” “Kavruk dudaklar gördüm akşam alacasındaBüyük büyük açılmış müthiş bir uyarmayla.Birden uyanıverdim, bur’da buldum kendimiBu ürperten yamaçta. “İşte bundan dolayı buradayım şimdi benYalnız dolaşıyorum, benzimde solgunluk var,Kurumuş da olsalar sazlar göl kıyısındaSusmuş da olsa kuşlar.” John Keats Çeviren: Mete Ataç

Sisifos Söyleni

Sisifos Söyleni    Sanırım kitabı özetlemeye gerek yok zaten bu aralar internet sağ olsun çok popüler oldu. Camus, Sisifos’un mutsuz olmadığını, bilakis bu dünyada kendine bir amaç yaratarak bu amaç ne kadar gerçekleşmesi imkansız da olsa amacı uğruna didinip durduğu için mutlu bir insan olarak düşünülmesi gerektiğini savunur. İnsanın kendine bir amaç yaratmasının ve bu amaçla hayatına anlam kazandırma çabasının ucuz bir numaradan ibaret olduğunu düşünürdüm. Fakat nedendir bilinmez bu numara genelde şaşmaz ve değersiz hayatlarımızı bir şekilde yaşanmaya değer kılmayı başarırız ya da bu uğurda çabalamak bile bizi memnun eder. Bu kadar ucuz görünen bu numaranın işe yaramasının içimizde  mevcut başka birşeye işaret ettiğini düşünüyorum. Mevcudiyetimizdeki bu sönmeyen yaşama ateşinin varlığına her geçen gün biraz daha ikna oluyorum. Bu hissin meraktan bağımsız olduğunu düşünüyorum. Hayatın bana vaad ettikleri az çok şimdiden belli. en iyi ihtimalle nelere sahip olacağım – en kötü ihtimalle ne olacağım demeyeceğim çünkü işler kötüyü konuşmaya gelince Tanrı çizgi çekmeyi unutmuş- belli. Sabah uyanınca kuşların sesini duymak, güzel bir yemek yemek, fırından yeni çıkardığım ekmeğin kokusunu içime çekmek, arabada şarkı dinlemek, bir öğleden sonra aylaklık yapmak, bir çınarın altında yatmak benim için başlı başına hayatın kendisi. Bazen bu kadar olumlu düşünemediğimi kabul etmek zorundayım. Tanrı mayamı hazırlarken başka kullarında esirgemediği bazı bileşenleri bana fazla görmüş ya da tam tersi elini hiç korkak alıştırmamış. Yaratılışımın dengesizliğine rağmen geçmişe baktığımda inanılmaz bir yol kat ettiğimi görüyor ve ferahlıyorum. İnsan olmanın büyüsünü hala çözememiş de olsam öyle ya da böyle zamanın değirmeninde ufalanıp gitmeye devam ediyorum. Bu böyleydi ve böyle olacak. Umarım değirmen durduğunda çuvalımda güzel bir yaşamın kırıntıları olur.

GEÇMİŞİN TEDARİKÇİSİ

Geçmişin Tedarikçisi       Yan masadan kahkaha sesleri yükseliyor. İçlerinden biri bastırdığı kahkahasına ilaveten boğuk ve titrek bir sesle diğerlerini sessiz olmaları gerektiği konusunda uyarıyor. Sesler ve gülüşmeler dinmiyor, aksine daha da artıyor. Ne rahatsız edici! O sırada sipariş almaya giden bir garson hızlı adımlarla masamı teğet geçip üst kata çıkan merdivenlere yöneliyor. Elindeki not defterini abartılı bir şekilde sallayarak merdivenleri ikişer üçer çıkıyor. Tahta merdivenin üzerine binen yüke feryat edercesine çıkarttığı gıcırtıyı içinde bulunduğum gürültüye rağmen duyuyorum. Merdivenin yanı başındaki tezgâha boş bardakları dizmekte olan başka bir garsonu izliyorum şimdi. Omzuna gelişi güzel attığı yıpranmış, yeşil beziyle alnında biriken terleri siliyor, boştaki eliyle ise kendini yelpazeliyor bir müddet. Bu kısa kaçamağının fark edilmesinden çekinircesine sıkıntıyla nefes veriyor ve vakit kaybetmeden işinin başına dönüyor. Seri bir şekilde, dizlerine dayandırdığı sepetten bardakları alıp tezgâha diziyor. Bir bardağa daha yer açmak için elinin tersiyle sırayı hafifçe itiyor. Fakat yer yok. Sıra sonundaki bardaklardan biri dönerek yere düşüyor ve tuz buz oluyor.     Silkelenerek bakışlarımı daldığım manzaradan masama çeviriyorum. Ellerim masada, parmaklarım birbirine kenetlenmiş vaziyette. Birkaç saniyelik keşfimle masanın üzerindeki su lekelerini ve toz zerreciklerini fark ediyorum. Yüzümü buruşturarak masaya dayalı dirseklerimi karnıma çekiyor, ellerimi kucağıma yerleştiriyorum. Az öteme sabitlenmiş ayaklı menüye bir göz atıyorum. Aç değilim. Beni buraya ne getirdi?     Lastiğin asfaltta çıkardığı tiz ses kulaklarıma ilişiyor önce. Kısa bir sessizlik. Çok kısa bir an için. İrkilerek kafamı kaldırıp cam kenarındaki masamdan dışarıya bakıyorum. Kaldırımdaki yayalar koşuşturmaya ve bağırmaya başlıyor. Yolda düzensiz, zikzaklar çizen lastik izleri… Bahse girerim kuvvetli sürtünmeden dolayı sıcaktır izler. Parmaklarımı izler üzerinde gezdiriyorum göz kapaklarımın ardında. Evet, kesinlikle sıcak! Gözlerimi ne zaman kapattığımı bilmediğim gibi ne zaman açtığımı da anımsamıyorum. Yol üzerinde tek bir aracın izlerinin olması dikkatimi çekiyor. Odağımı birbirine girmiş iki arabaya çeviriyorum. İkisinin de kaputlarından dumanlar yükseliyor. Camları kırılmış, yer yer yola saçılmış. Adını ve işlevini bilmediğim araba uzuvları sere serpe yatıyor asfalt üzerinde. Kapıları öyle bir kuvvetle içeri gömülmüş ki yakın mesafeden bakan biri açılan aralıktan içerideki kazazedeleri görebilir-ya da göremez. Bu hâlleriyle ezilmiş kutu içeceklere benziyorlar. Hurdadan farksız metal iskeletler…     Belli belirsiz bir cızırtı sesi işitiyorum. Hangi arabadan geldiğini anlamak zor. Büyük ihtimalle radyodur, diye geçiriyorum içimden. Bu varsayımımla birlikte içinde bulunduğum durum tanıdık bir hâl alıyor. Kazadan sonra radyonun hâlâ çalışabiliyor olması ve benim bu sesi işitebiliyor olmam garip. Onca gürültüye ve mesafeye rağmen? Yan masadaki grup masamda şimdi. Kazayı daha iyi görebilmek için birbirlerini eziyorlar adeta. Elleriyle masamdan destek alıyor, parmakları üzerinde yükselerek boyunlarını uzatıyorlar. Boş gözlerle onları izliyorum bir süre. Bakışlarımı yüzlerinde gezdiriyorum. Gözlerine zuhur etmiş yabanilik bir yerlerden aşina geliyor. Tuhaf bir hastalık var bu insanlarda. Felaket getirilerinden etkilenenlere duyulan alaycı bir acıma. Bugünün anlatılacaklar listesine mühim bir olay eklendiği için nahoş bir heyecan… Tavırlarından anlam çıkardıkça öfkem alevleniyor. Bu denli basit ama anlaşılmaz olmaları kafamı karıştırıyor. Geriliyorum.      Seyrime devam ederken kulaklarım çınlamaya ve görüşüm bulanıklaşmaya başlıyor. Birdenbire tüylerim diken diken oluyor, başımdan aşağı kaynar sular dökülüyor adeta. Hızlıca gözlerimi kırpıştırıyorum. Emin olmak için başımı lokantanın geri kalan güruhuna çeviriyorum. Düzen. Muntazam bir düzen var bu işleyişte.     Yan sandalyedeki çantamı kaptığım gibi fırlıyorum. Kalkarken kullandığım kontrolsüz güç oturmuş olduğum sandalyeyi düşürüyor. Boğazımda bir hıçkırık nüksediyor. Gözlerim doluyor ama yaşlar akmıyor. Bedenimi ve zihnimi dizginlemek için kendi kendime dayanıksız telkinlerde bulunuyorum. Titreyen terli ellerimden destek alarak kalabalıktan sıvışmaya çalışıyorum. Birkaç kişi kolumdan tutup bir şeyler geveliyor. Fakat kelimeler bana ulaşmadan anlamlarını yitiriyor. Ne duyuyor ne görüyorum. Görülecek ve duyulacak çok şey varken…       Uyanıyorum.      Bir tümsekten geçmiş olmalıyız. Aksi takdirde başımı dayamış olduğum cama bu kadar sert vurmamın başka bir açıklaması olamaz. Araba sert bir şekilde fren yapıyor. Yavaşlıyor ve duruyor. Büyük ihtimalle ışıklarda durduk. Fakat bu tahminimi kanıtlayacak bir kanıtım yok. Sinyal sesi. Tık tık tık… Sağa mı döneceğiz yoksa sola mı? Tok bir ‘tık’ sesi daha. Radyonun açma kapama düğmesine basıldı anlaşılan. Şimdi diğer düğmeler kurcalanıyor. Frekans ha bire değişiyor, belli başlı kanallarda duruyor. Kanallar arası kulak gıdıklayan bir cızırtı sesi dolduruyor arabayı. Yabancı pop, arabesk, rock, türkü, rap… İstediğini bulamıyor. Hangi kanalda durdu bilmiyorum. Bir şiir okunuyor sunucu tarafından. Oldukça kalın bir sesi var. Bu sese bas mı yoksa bariton mu deniyordu acaba? Korna sesleri yükseliyor art arda. Yeşil ışık yandı. Bir iç çekiş. Araba hareket etmeye başlıyor. Sola dönüyoruz. Bir u dönüşü. Nereye gidiyoruz?      Gözlerimi açıyorum. Başım hâlâ cama dayalı. Kıpırdamadan göz ucuyla dışarıyı seyrediyorum. Bir parkın önünden geçiyoruz. Bomboş. Hava yavaş yavaş kararmaya başlamış.      “Bunu ne zamana kadar devam ettireceksin?”      Usulca ona doğru dönüyorum. Gözleri yola kenetlenmiş vaziyette. Kaşları çatık, alnı kırışık. Saçlarının arasından bir ter damlası sağ şakağına düşüyor. Şakağında iki, üç tel beyaz görüyorum. Saçlarında beyazı olduğunu hiç fark etmemiştim. Belki de çok uzun zamandır oradalardı da ben görmedim.        Sana en son ne zaman, gerçekten, baktım?      Bakışlarımın üzerindeki yükünü kaldıramıyor. Kirpiklerini kırpıştırarak kendini toparlamaya çalışıyor. Hırıltılı ve gürültülü şekilde, içinde bulunduğu külfetin bedeninde aksetmesinin yarattığı gerginlikle, bir nefes çekiyor içine. Âdem elmasının devamlı hareketini görebiliyorum, yutkunuyor. Boğazında bir yumru var anlaşılan, mecazi ya da değil. Direksiyonu öylesine kuvvetle sıkıyor ki parmak boğumları bembeyaz. Öfkesini saklamaya çalıştığı zaman bu şekilde kamufle eder, tanıyorum. Onu daha fazla kışkırtmak istemiyorum, cevap vermeyeceğim. Ki buna gerek yok. Varlığım sinirlenmesi için fazlasıyla neden ve hak veriyor kendisine.     Cevapsız sorular sormaya devam ediyor. Susuyorum. Ses tonu gittikçe yükseliyor, araba hızlanıyor. Bağırmaya ve direksiyona vurmaya başlıyor. Duyuyor ama dinlemiyorum.Onu dinlemeyi bırakalı çok oldu. Onu bırakalı epey oldu…       Bir dört yol ağzına yaklaşıyoruz, ışıklara doğru. Bizim için kırmızı yanıyor. Ve o durmayacak.     Koluna doğru atılıyorum ama niyetim onu durdurmak değil. İçimde dışarı çıkmaya can atan bir ‘ben’ var. Benim yapamayacağım şeyleri yapabilir. Benden daha cesur, dirayetli ve muharip olabilir. Dirseğiyle beni kendinden uzaklaştırmaya ve arabanın kontrolünü sağlamaya çalışıyor. Delirdiğimi söylüyor. Korkuyor. ‘Ben’den o kadar kolay vazgeçemez.      Radyo sunucusu şiirini bitirdi şimdi. Neşeli bir sesle reklamlardan sonra görüşmeyi diliyor. Basit bir reklama geçiş müziği… Işıkları tam gazla geçiyoruz. Solumuzdan gelen bir arabayla birlikte.       Uyanıyorum.     Okul koridorları beni her daim ürkütmüştür. Özellikle de şimdiki

Kutuplaşma Ekseninde İyilik Ve Kötülük

Kutuplaşma Ekseninde İyilik Ve Kötülük    İyi ve kötünün, keskin bir bıçakla birbirinden ayrılmış gibi siyah ve beyazı temsil etmesi, dünyadaki kutuplaşmanın temelini oluşturuyordu. Bir şeyin tam olarak iyi olması için ne gerekiyordu? Veyahut birine kötü demek için hangi şartları gözler önüne sermesi gerekiyordu? Bu belirsizlik farklı insan kitlelerinde farklı belirginlikler yaratıyordu.    Bir savaşın hangi cephesinden bakarsan bak, hep baktığın cephe haklıdır. Kimse haklı bulmadığı bir dava uğruna savaşmaz, bu dünyanın her yerinde değişmez bir kural haline dönüşmüştür; İnsanın savaşı hakikatidir. O halde iyi kimdir, kötü kimdir?   İskender, Makedonya halkına göre şüphesiz bir ilah kadar iyiliği temsil ediyordu; fakat III. Darius ve halkının kâbuslarında başroldeydi. Buradaki tezatlık, siyah ve beyazın yarattığı tezatlık kadar belirgindi.    İyilik ve kötülük, kalıp davranışlara göre değil, insan kitlelerinde uyandırdığı faydaya göre belirleniyordu.