AĞUSTOS BÖCEKLERİ AĞLADIĞINDA

– Ağustos böceklerinin sesini duyuyor musun?
– Duyuyorum.
– Peki onları dinliyor musun?
– Dinliyorum.
– Gerçekten mi? Ne diyorlar?
– Karınca haksızmış.
– Öyle miymiş? Yani bu, ağustos böceklerinin kış geldiğinde de burada olacakları anlamına mı geliyor?
– Hayır.
– Eee?
– Dinle.
– Dinliyorum. Ama anlaşılan sadece küçüklerle konuşmayı seviyorlar.
– Hayır. Büyüklerin dinleyecek zamanı yok.
– Şu an zamanım var ama. Neden benimle de konuşmuyorlar?
– İstemiyorlar.
– Demek ağustos böcekleri bize küs?
– …
– Nedeni neymiş peki bu küslüğün?
– …
Mimik eller durdu. Çocuk toprağı eşelemeyi bıraktı ve dizlerinin üzerinde doğruldu. Çıplak dizleri toprağın rengini almış, birkaç çiçeğin yaşamına son vererek taç yapraklarını üzerine iliştirmişti.
– Küs değiller.
– Küslük çocukçadır. Ağustos böcekleri küsmez.
Çocuk, babasının söylediklerinde ciddi olmadığını düşündü. Ağustos böcekleri de bunu anlardı herhalde. Kendisinden beklenmeyecek derinlikte bir nefes verdi çocuk. Ayın göl üzerindeki yansımasına baktı uzun uzun. “Ayda yaşayan tek dede Aydede’ymiş” diye bitirmişti hikâyesini annesi sonsuzluk kadar uzun bir zaman önce. “Zaman” bir kavram olmaya layık mıdır bilinmez fakat buna layıksa bile akılda yer edinmesi zordur bir çocuk için. Fakat yalnız bir çocuk için zordur. Yalnız, bir çocuk.
Yalnız.
Çocuk?
Eğilip çalıların arasından üzerinde keskin pütürleri olan siyah benekleri olan gri bir taş aldı ve kontrolsüzce göle attı. Ayın yansımasından tatmin olmadığı için miydi yoksa kusursuz bir güzelliğe duyulan tahammülsüzlük müydü bu eylemin vaat ettiği motivasyon? Belki de Aydede’nin hiç var olmamasından.
Su durgunlaşıncaya dek ayın silik görüntüsünü izledi sessizce. Bir pürüzün nedeni olmanın verdiği hazla eline bir tane daha taş aldı ve attı. Ve bir tane daha… Taşların tetiklediği dalgacıklar keskin ama küçük halkalar hâlinde genişleyip kıyıya ulaşana dek büyümeye devam etti. Çocuk hissediyordu göremediklerince izlendiğini.
– Karınca çokbilmişin teki.
Babası oğlunun asık suratına bakıp güldü.
– Ağustos böceği öldü ama soğuktan dolayı değil. Öldü, çünkü zamanı gelmişti.
Babası çocuğun bunu nereden öğrendiğini merak etti. Bakışlarının radarına girmek için dizlerinin üzerine çöktü ve çocuğun dirseklerinden tutup kendine doğru çevirdi.
– Haklısın ağustos böceklerinin ömrü kışı görmeye yetmez.
– O zaman neden bize yalan söylediniz?
Baba afalladı.
– Bu sadece bir hikâye. Küçüklere ders vermeye yönelik bir hikâye.
– Küçüklere ders vermek için yalan mı söylediniz? Yalan kötü bir şey değil mi?
Baba ağustos böceklerinin sesini işitti yeniden. Gölün karşısındaki sazlığa dikti gözlerini. Bir ağustos böceği nasıl güven sarsabilirdi aklı almıyordu doğrusu. Oğlu bir açıklama bekliyordu ama kendisi hazırlıksız yakalanmış olmanın verdiği sersemlikle boğuşuyordu hâlâ. Çocuk kollarını babasının ellerinden kurtardı ve elleriyle dirseklerini kavradı. Bir patron edasıyla birleştirdiği kolları babasının kıkırdamasına sebep oldu.
– Baba?
– Efendim oğlum.
– Ağustos böcekleri saz çalmıyor.
– Evet çalmıyorlar. O ses karın boşluklarından geliyor.
– Hayır, onlar ağlıyor.
Oğlunun hayal gücü babasını yerli yersiz, tuhaf ve gereksiz olduğunu varsaydığı durumlara sokardı. Oğlunu, inandığını düşündüklerinden (çünkü yetişkinler için çocuklar düşünemez ancak düşündüklerini düşünür ki bu rollenme, hâli hazırda bir inançtan söz ettiremez) vazgeçirmek deveye hendek atlatmaktan beterdi. uzun uzun iç çekti ve bedenini bıkkınca yere bıraktı. Bağdaş kurup ulaşabildiği tüm çimleri yolmaya başladı. Yolunan çimler parmak uçlarında ıslak, yeşil izler bıraktı beraberinde belirgin bir toprak kokuyla.
Oğlunun yatma saati çoktan gelmişti ama eve dönmek, hele ki bu durumda, hiç akıl kârı değildi. En iyisi oturup uykusunun gelmesini beklemekti. Bu bekleyişler yetişkinlerin belki de zihnini yoran en manidar bekleyişlerdir; oysa babaların sadece içindeki boşlukları büyütüp infilak etmelerini körükleyen ara zamanlardır.
– Ağlıyorlar ama siz duymuyorsunuz.
– Sen duyuyor musun?
– Duyuyorum tabii ki.
– Peki neden ağlıyorlarmış, sordun mu?
– Ağustos böcekleri konuşamaz baba.
Çocuklar bazen yetişkinleri aptal yerine koyar. Küçüğüz ama her şeyin farkındayız, sadece rol yapıyoruz, der gibi. Bir çeşit alaya alma.
Baba cevap vermedi. Kimi zamanlar çocuklarla uğraşmayı, sesini yükseltme hakkına sahip olduğu fikri ile üzerine titreyen müşterilerle uğraşmaktan daha zor buluyordu. Çocuk da benzer şekilde düşünüyordu. Bir yetişkine laf anlatmak, bedava çıkan dondurma çubuğunu tekrar dondurma almak için kullanmak kadar gereksizdi. Çünkü bu iki uğraş da hep aynı yanıtı alırdı.
Yoldan geçen arabaların sesinin ve ağustos böceklerinin çığlıklarının birbirine karıştığı o gece baba ve oğlu bakıp göremediklerinin ayırdına varmaya çalıştı göl kenarında. Yolduğu çimenleri kotunun üzerinden elinin tersiyle silkelerken saatine kaçamak bakışlar atan babanın, oğlunu eve gitmeye ikna etmek için güne ayırdığı yalvarışları tükenmişti. Birkaç cümle daha sarf etti isteksizce. Ve sustu. Çünkü çocuk gözünü kırpmadan gölün karşısındaki sazları izlemeye devam ediyor, babasının tasladığı babalığı ustalıkla görmezden geliyordu.
Çocuk uykusu bastırana ve bedenini üzerinde söz geçirmesine engel olana dek sessizliğini korudu. Uzun uzun esnemeden önce babasına dönüp elleriyle kulaklarını kapadı.
– Hıçkırık sesleri senin de uykunu getirmiyor mu, baba?