Kurguzist

Yalnızlık Üzerine

Yalnızlık Üzerine YALNIZLIK- Salvador DALİ   Yalnızlık kavramı, onu hangi yönden ele aldığımıza göre bir kalıba girebilir. Kimi insanlar yapıları gereği kalabalıktan hoşlanmazlarken kimi insanlar huzurun ta kendisi olarak değerlendirir. Kimileri yalnızlıkla asosyalliği aynı kefeye koyarken, kimileri rahatına düşkün ve kendilerine her anlamda yetebilen insanların tercihen yaptığı bir şey olarak görür. Ancak yalnızlık, insan doğasında var olan ve kaçışımızın olmadığı gerçeğini kabul etmemiz gereken doğal bir özelliğimizdir.   İnsan, varoluşunda var olan bir yalnızlığa sahiptir. Hepimiz yalnız doğup, yalnız büyüyüp, yalnız ölüyoruz. Birçoğumuz bunun farkında değiliz ancak biraz derinden düşününce bu döngünün doğruluğunu fark etmek mümkün. Merkezinde bizim olduğumuz bir mekanizma var. Doğumdan başlayıp ölüme giden süreçte yanımızda oyuncular bulunuyor. Dönemlere göre bu oyuncular değişiyor ama merkezde bulunan biz, mekanizmanın değişmeyen elemanı oluyoruz. Elbette hayatımızın birden fazla döneminde yanımızda bulunan kimseler olabiliyor ancak hayatın ölüm isminde acı bir gerçeği var. Bir şekilde gidiyor çevremizdeki insanlar. Biz, daima bize kalıyoruz görüldüğü üzere.   Neticede yalnızlık, hayatın her aşamasında karşımıza çıkan ve biz istemesek de bizimle birlikte var olan bir gerçekliktir. Onu nasıl karşıladığımız, ona ne anlam yüklediğimiz, yalnızlıkla kurduğumuz ilişkinin şeklini belirler. Kimi zaman huzurun kaynağı olur, kimi zaman derin bir boşluğun sesi… Ama her ne olursa olsun, insan kendiyle baş başa kaldığında asıl yüzleşmeyi yaşar. Belki de yalnızlık, sandığımız gibi bir eksiklik değil; içimizde saklı duran sessiz bir tamamlayıcıdır.

Görme Oyunu

Görme Oyunu Gözlerinizle gördüğünüz her şeyin gerçekliğinden ne kadar eminsiniz? Peki ya gördükleriniz aslında sadece zihninizin bir oyunuysa? İsviçreli doğabilimci Charles Bonnet’in dedesi Charles Lullin’in yaşadıkları, bu soruları derinlemesine düşünmemize sebep olmuştur. 89 yaşındaki Lullin, durup dururken etrafında kimsenin görmediğikuşları, binaları ve at arabalarını görmeye başlamıştı. Başlarda herkesin aklına yaşlılığa bağlı bunama ya da delilik olabileceği geldi ancak çok daha farklı bir gerçeğe işaret ediyordu: Lullin, gördüklerinin gerçek olmadığını görsel bir halisünasyon yaşadığınıbiliyordu. Bu durumda da ne bunamış ne de delirmiş olabilirdi. Sonrasında torunu Bonnet tarafından tanımlanacak bir göz hastalığı olan “Bonnet Sendromu” yaşıyordu.  Sonraki araştırmalar, benzer deneyimler yaşayan başka kişileri de ortaya çıkardı. Görme bozukluğu olan bu kişiler, normalde hiç görmedikleri kadar net görüntüler görüyordu. Zihin hayata devam etmek için her şeyi yapıyordu ancak sendroma sahip olan kişilerin dünyayı algılama biçimleri de değişmiş olmalı. İlginç olan ise bu sendromun genellikle yalnız yaşayan veya sosyal etkileşimi zayıf olan bireylerde görüldüğü. Ayrıca, eğitim seviyesi yüksek ve yaratıcı becerilere sahip kişiler de bu deneyimleri yaşama eğilimindeydi. Kendini inşa etmeye çalışan insan, kabuğuna çekildikçe ve üretmeye çalıştıkça hayal dünyasında mı yaşamaya başlıyor? Gerçek sandığımız şeyler ne kadar gerçek? Ortak bir gerçeklikten bahsediyorsak, bunun ne kadar ortak olduğu tartışma konusu haline geliyordu. Hatta bunun paralel evrenlerle bir ilgisi olabileceği, bu hastalığa sahip olanların başka evrenlerden gelen görüntüler olabileceği gibi fikirler de ortaya atıldı. Tüm bunlar, gerçekliğin ne olduğuna dair algımızı sorgulamamıza neden oluyor.Peki bu nasıl mümkün olabilirdi? O halde, gördüklerimize ne kadar güvenebiliriz? Belki de dünyayı algılama şeklimiz, sandığımızdan çok daha büyük bir bilinmezlik barındırıyor.

Kaplumbağa Paradoksu

Kaplumbağa Paradoksu DIMITRI: Dünyayı Atlas taşıyorsa, Atlas’ı ne taşıyor? TASSO: Kaplumbağa. DIMITRI: İyi de, kaplumbağa neyin üstünde duruyor peki?  TASSO: Bir diğer kaplumbağanın. DIMITRI: Peki, o kaplumbağa neyin üstünde? TASSO: Sevgili Dimitri, ondan sonrası ta dibine kadar hep kaplumbağa işte! Bu antik Yunan diyalog parçası, felsefedeki sonsuz regresyon kavramına çarpıcı bir örnek teşkil etmekte. Her şeyin ilk sebebini – yaşamı, evreni, zamanı ve bir Yaratıcı’yı – sorguladığımızda, sonsuz bir döngünün içinde kayboluruz.  Bu diyalog parçasındaki sorunun mantığına göre yaratıcının da bir yaratıcısı olmak zorundadır ve o yaratcının da bir yaratıcısı… Bir gün oldukça zeki bir çocuk babasına sorar; -Baba evreni kim yarattı? -Evreni Tanrı yarattı. -Peki baba, tanrıyı kim yarattı? -Tanrıyı kimse yaratmadı kızım, o hep vardı.  -Eğer evrenin var olması için bir yaratıcıya ihtiyaç varsa, o yaratıcının da var olması için bir başka yaratıcıya ihtiyaç gerekmez mi? İşte sonsuz regresyon! Eğer her şeyin bir yaratıcısı olduğunu kabul edersek yaratıcının da bir yaratıcısı olduğunu o yaratcının da başka bir yaratcısı olduğunu kabul ederek sonsuz bir döngü içine gireriz, Tıpkı dünyayı sırtında taşıyan sonsuz sayıda kaplumbağa gibi.   “Platon Bir Gün Bara Gider” adlı kitapta bu sonsuz regresyonun içindeki girdaptan kurtulmamız için Cathart ve Klein şöyle bir öneride bulunur;  “Bu sonsuz gerilemenin sizi içine soktuğu yolda çaresiz kaldıysanız belki creatio ex nihilo – hiçlikten yaratılış- anlayışına, ya da biraz farklı bir bağlamda söylenmiş olsa da John Lennon’un şu öğretisine sığınabilirz: “Elvis’ten önce hiçbir şey yoktu.” Aristoteles ise bu girdaptan kurtulmamız için Prime Mover(İlk Hareket Ettirici) kavramını ortaya sürer. Aristoteles, her şeyin bir sebebi olduğunu ancak bu zincirin bir yerde durması gerektiğini savunur. Bu argümana göre; Hareket eden her şey, bir başka şey tarafından hareket ettirilir. Örneğin, bir top yuvarlanıyorsa, onu iten bir şey olmalıdır. O şeyi de başka bir şey hareket ettirmiştir. Bu neden-sonuç zinciri sonsuza kadar gidemez. Eğer her hareket bir öncekine dayanıyorsa ve bu süreç sonsuza kadar giderse, hiçbir zaman ilk hareket başlamazdı. Öyleyse, kendisi hareket ettirilmeyen ama diğer her şeyi hareket ettiren bir varlık olmalıdır. İşte bu varlık Prime Moverdır. Bazı filozoflar ise kendiliğinden varlık görüşü ile sonsuz regresyonun girdabından kendine çıkış yolu aramıştır. Kendiliğinden varlık ise var olmak için hiçbir dış sebebe ihtiyaç duymayan ve zorunlu olarak var olan varlık demektir.

Sisifos Söyleni

Sisifos Söyleni    Sanırım kitabı özetlemeye gerek yok zaten bu aralar internet sağ olsun çok popüler oldu. Camus, Sisifos’un mutsuz olmadığını, bilakis bu dünyada kendine bir amaç yaratarak bu amaç ne kadar gerçekleşmesi imkansız da olsa amacı uğruna didinip durduğu için mutlu bir insan olarak düşünülmesi gerektiğini savunur. İnsanın kendine bir amaç yaratmasının ve bu amaçla hayatına anlam kazandırma çabasının ucuz bir numaradan ibaret olduğunu düşünürdüm. Fakat nedendir bilinmez bu numara genelde şaşmaz ve değersiz hayatlarımızı bir şekilde yaşanmaya değer kılmayı başarırız ya da bu uğurda çabalamak bile bizi memnun eder. Bu kadar ucuz görünen bu numaranın işe yaramasının içimizde  mevcut başka birşeye işaret ettiğini düşünüyorum. Mevcudiyetimizdeki bu sönmeyen yaşama ateşinin varlığına her geçen gün biraz daha ikna oluyorum. Bu hissin meraktan bağımsız olduğunu düşünüyorum. Hayatın bana vaad ettikleri az çok şimdiden belli. en iyi ihtimalle nelere sahip olacağım – en kötü ihtimalle ne olacağım demeyeceğim çünkü işler kötüyü konuşmaya gelince Tanrı çizgi çekmeyi unutmuş- belli. Sabah uyanınca kuşların sesini duymak, güzel bir yemek yemek, fırından yeni çıkardığım ekmeğin kokusunu içime çekmek, arabada şarkı dinlemek, bir öğleden sonra aylaklık yapmak, bir çınarın altında yatmak benim için başlı başına hayatın kendisi. Bazen bu kadar olumlu düşünemediğimi kabul etmek zorundayım. Tanrı mayamı hazırlarken başka kullarında esirgemediği bazı bileşenleri bana fazla görmüş ya da tam tersi elini hiç korkak alıştırmamış. Yaratılışımın dengesizliğine rağmen geçmişe baktığımda inanılmaz bir yol kat ettiğimi görüyor ve ferahlıyorum. İnsan olmanın büyüsünü hala çözememiş de olsam öyle ya da böyle zamanın değirmeninde ufalanıp gitmeye devam ediyorum. Bu böyleydi ve böyle olacak. Umarım değirmen durduğunda çuvalımda güzel bir yaşamın kırıntıları olur.

Kutuplaşma Ekseninde İyilik Ve Kötülük

Kutuplaşma Ekseninde İyilik Ve Kötülük    İyi ve kötünün, keskin bir bıçakla birbirinden ayrılmış gibi siyah ve beyazı temsil etmesi, dünyadaki kutuplaşmanın temelini oluşturuyordu. Bir şeyin tam olarak iyi olması için ne gerekiyordu? Veyahut birine kötü demek için hangi şartları gözler önüne sermesi gerekiyordu? Bu belirsizlik farklı insan kitlelerinde farklı belirginlikler yaratıyordu.    Bir savaşın hangi cephesinden bakarsan bak, hep baktığın cephe haklıdır. Kimse haklı bulmadığı bir dava uğruna savaşmaz, bu dünyanın her yerinde değişmez bir kural haline dönüşmüştür; İnsanın savaşı hakikatidir. O halde iyi kimdir, kötü kimdir?   İskender, Makedonya halkına göre şüphesiz bir ilah kadar iyiliği temsil ediyordu; fakat III. Darius ve halkının kâbuslarında başroldeydi. Buradaki tezatlık, siyah ve beyazın yarattığı tezatlık kadar belirgindi.    İyilik ve kötülük, kalıp davranışlara göre değil, insan kitlelerinde uyandırdığı faydaya göre belirleniyordu.