Kurguzist

Film Şeridi Gibi

   Kendime geldiğimde hastanenin beyaza boyalı tavanı büyük bir sarsıntıyla üzerime yıkılır gibiydi. Kulağımın dibinde susmak bilmeyen sinir bozucu bir “dıt” sesi. Vücudumun hayati derecede önemli yerlerine amansız vantuzlar takıldığından canım acıyor. Etrafımı garip bir tedirginlikle kontrol ediyorum. Kimse yok. Zaten kimin olmasını bekliyordum ki? Dijital ekrandaki tarih ve saat gözüme ilişti. 28 Şubat… Saat 23.59. Demek ki kış mevsiminin son gününe kadar dayanabilmişim. Ne garip! İnsanların beni hayatta tutmak için gösterdiği bunca çabayı artık anlayamıyorum. Ama onlar belirsiz bir iradeden komut almış duygusuz bir mutfak robotu gibi hareket ettiklerinin farkında bile değiller. Kaç yaşında olduğumu bir an için unuttuğumu fark ettim. Oda tamamen boş ve yaşımın kaç olduğunu sorabileceğim kimsem yok! İnsan doğum gününü unutur mu hiç? Ama ben unuttum. Ha, ha! Demek ki mutlu bir hayat yaşamışım. Gücümün tükenmek üzere olduğunu fark ediyorum. Evet, evet sanırım her şey bitiyor. Gözlerim kamaşıyor, ağzım kurumuş ve sanki ağır bir insan üzerime oturmuş gibi hareket edemiyorum.

    Birkaç saniye sonra…

   Orta çağda yaşayan adi bir cani gibi hissediyorum. Bu hisle birlikte; “Kadim aşk şehri Paris’in Grève Meydanının en önemli kişisi neden ben olmayayım?” diye iç geçiriyorum. Grève Meydanı…  Grève Meydanı… Bu yer size de hiç yabancı gelmiyor değil mi? Elbette bunun birçok sebebi var. Mesela tarihte Paris’te gerçekleştirilen çoğu önemli idam bu meydanda yapılmıştır. Bitti mi hayır! Ayrıca birçok klasik Fransız romanında bu önemli meydanda gerçekleşen en az bir idam sahnesinin tasvir edilmiş olduğunu görebilirsiniz. Peki, neden bu lanetli meydanın en önemli kişisi olmak istiyorum? Çünkü birazdan bu lanet hastane köşesinde öleceğim ve buna adım kadar eminim. Aynı o meydanda hayatını kaybetmiş idam mahkûmları gibi öleceğimi önceden bana bildirdiler. Ne acımasızlık ama! Aman! Neyse ne! Zaten benim burada asıl dikkat çekmek istediğim mesele bu değil ki! Benim yakındığım husus o şanslı idam mahkûmları gibi neden benim de sonumun giyotinle olmaması.

   Bence Grève Meydanında yaşanan tüm o infazlarda idam mahkûmundan sonra en ilgi çekici enstrüman giyotindir! Ne buluş ama! Ben, çoğu aklı başında insan için oldukça korkutucu olan bu aleti ani ölüm makinası olarak adlandırıyor ve tüm içtenliğimle bağrıma basıyorum. Her şeyi hızlıca sona erdiren oldukça basit ama bir o kadarda etkili bir icat değil midir giyotin? Yaşlı boynumu o muhteşem giyotinden yoksun bırakan bu dönemden işte tam da bu yüzden nefret ediyorum. Şimdiyse kafamın dibinde durmadan çınlayan şu iğrenç “dıt” sesine tahammül etmek zorundayım. Bunun yerine o meşhur lanetli Grève Meydanında olmak için neler vermezdim? O dur durak bilmeyen alkış ve ıslık sesleri… İnsanların kendi aralarında yaptıkları anlamsız konuşmaların gürültüsü… Tek bir amaç uğruna toplanmış mahşer günü gibi olan o muazzam kalabalık yok mu? İzleyenlerin hiç eksilmeyen aksine artarak devam eden kaygılı ve bir o kadarda dikkatli bakışlarını üzerinde hissetmek… Ne büyük şanstır; kıymetini bilene!

   Yüce bir kral gibi tüm gözlerin sadece yüzüne dikildiğini fark etmek. En ufak hareketinizin izleyenlerde bin bir türlü anlam ifade ettiği eşsiz bir son. Bu herkese nasip olmayacak türden bir ölüm değil de nedir? Her şeyden önemlisi birazdan ölecek olan faninin hayatının son anlarında asla yalnız kalmasına izin verilmemesidir. Ve hatta bazı iyi yürekli kadın ve nadirde olsa erkeklerin idam mahkûmunu gerçekten hiç ama hiç tanımadıkları hâlde onun sefil, adi ve günahkâr ruhu için Tanrı’ya yakarmalarına nail olabilmek bence çok büyük bir nimet!

   İşlemiş olduğum tüm o suç ve günahları bir bilemedin iki asır önce gerçekleştirmiş olsaydım… Ah, ah… Biraz önce hayalini kurduğum o fevkalade sahne belki de gerçek olacaktı. Zamanın yozlaştırdığı bu devir bu son dilek hakkımdan da beni mahrum bırakıyor. Ne yazık! İnanın bana sırf bu yüzünden şu anda ölmek istemiyorum. Ama elden ne gelir?

   İçimden yükselen tiz bir ses; “İnsan hayatı da koca bir sene gibi gelir ve geçer,” dedi.

   “Kimsin sen?” diye çıkıştım dehşet içerisinde. Ama soruma hiçbir karşılık alamadım. Sanki içimdeki bir başka ben canlanmış ve durmadan bana bir şeyleri hatırlatmaya çabalıyordu. Eski bir anı veya önceden benim için hayati derecede önemli olan ancak şimdi benim için hiçbir şey ifade etmeyen bir duyguyu ısrarla işaret ediyor gibiydi. Evet, evet! O tiz ses bana durmadan bir şeyler söylüyor ve ben onu çok iyi ve yakından tanıyorum. Şimdi içimden yükselen bu sesi nedensizce ve yalın olarak dinlemeliyim. Belki bu sayede içinde bulunduğum bu kafa karışıklığına tam bir çözüm yolu bulabilirim.

    O sesin sahibini buldum. O ses benim çocukluğum. Yani kendimden başkası değil! Şimdiyse o; masum, merak uyandırıcı ve tatlı bir tınıyla durmadan konuşuyor. İçimdeki o tatlı sese büyük bir istekle kulak kabartıyorum. Zaten şu hâlimle yapacağım başka hiçbir işimde yok!

   “Mesela insa­nın çocukluk yılları ilkbahar gibi şen şakrak, neşeli ve tazeciktir.”

  “Sus!” dedim içimdeki o sese. Çünkü korktum. Çünkü kafayı sıyırmış bir deli gibi tamamen çaresiz hissediyorum. Ama o, insafsızca devam ediyor ve sanki beni hiç duymak istemiyordu. Benim varlığım onu hiç alakadar etmiyormuş gibi o melodik konuşmasına devam etmek istiyordu. Hâlbuki ben olmasaydım o, gerçekten nasıl var olabilirdi ki?

   “Her şey ilk defa çiçek açıyor ve umut fışkırıyor acemi gönüllerde. Her şey o kadar masum ve olabildiğince güzel ki… Çocuk gönlünde pa­muk şeker tadı, dünyada tattığı en güzel tat oluvermiştir insanın.”

   “Sahi,” dedim tüm içtenliğimle. “Sahi! En son ne zaman pamuk şeker yedim?” diye düşündüm. Bir anıyı gözlerimin önüne getirmeye çalıştım. Bu mecalsiz hâlimle ne yaparsam yapayım başarılı olamayacağıma neredeyse emindim. Ah! Keşke bir kerecik olsun parmağımı oynatabilsem, birilerini yardıma çağırabilsem! Tek başıma ölmek istemiyorum! Ama ne kadar uğraşırsam uğraşayım bu asla mümkün değildi.

   “Huzuru ise onu koşulsuz seven anne ve babasının kucağında bulur çoğu zaman.”

   Bu sözlerden sonra hüzünlenmiştim. Çünkü ne annem kalmıştı ne de babam… Beni aslan oğlum diye seven babam neredeydi. Tatlı kuzum diyerek saçlarımı okşayan annem şu anda hangi işle meşguldü? Peki, ya diğerleri? Kardeşlerim? Peki, hayatıma sonradan dâhil olan yabancılar neredeydi? Çocukluk arkadaşlarım, beni çok sevdiğini iddia eden tüm teyzeler, amcalar, dayılar, yengeler… Neredesiniz? Ben daha kundaktaki küçücük bir bebekken beşiğime nazar boncuklu çeyrek altın takan tüm o yakın akrabalarım nereye kaybolmuştu? Sadece o ses vardı kulaklarımda…

   “İnsanın o dönemlerde mutlu olmak için o kadar çok sebebi vardır ki… Mesela kuşlar cıvıl cıvıl ötüyordur, göçmen kuşlar akın akın evlerine geri dönüyorlardır. O insan da bu yaşa­nanlara neşe dolu gözlerle tanıklık ediyordur sadece. Hayatının en mutlu anlarını bu mevsimde yaşıyor olmasına rağmen ne yazık ki bunun kıymetini bilemeyecek olgunluktadır insan. Ayrıca çokça cevabı belirsiz sorular da vardır benliğinde. Ne yaparsa yapsın çö­zemez içindeki bu gizemleri. Çünkü bunları düşünecek ne derdi olmuştur ne de tasası.”

   Her şeyi bildiğimi sandığım şu anda da yok olup gidiyorum işte! Bunu da nereden çıkardım? Ben buradayım ve hiçbir yere gitmeye hiç niyetim yok! Bunca değersiz insan hayattayken neden ben ölecekmişim?

   “Sıra aniden yaz mevsimine geliverir. Yaz mevsimi tüm ihtişamı ve parlaklığıyla en güzel meyvelerini her yerden fışkırtır durur. O kadar bol ki her şey, âdeta koca bir gençlik gibi tazecik ve dipdiri­dir. Güneş o kadar parlaktır ki sanki her şeye gücü yetecek kadar bir enerji yayar yeryüzüne. Sıcak gülümsemeler ve samimi soh­betler doldurur her köşe bucağı. Belki ilk aşklar, ilk heyecanlar, ilk utanç dolu masum öpücükler…

   Sahi ömrümün en güzel yıllarını feda ettiğim tüm aşklarım neredeydi? Şu kasvetli hastane odasında elimi tutacak kimsem kalmamış mıydı? Geçmişim bir film şeridi gibi gözlerimin önünden akıp giderken o tanıdık simaları görmeyi istemek bencillik sayılabilir mi? Bensiz yaşayamayacağını iddia eden tüm yalancılar neredesiniz? Bu lanet odada tek başına ölmeme nasıl razı oluyorsunuz?

   “Yaz mevsimi o kadar güzeldir ki asla sonu gelmeyecek gibi upuzun gelir insana ve hissettirdiğinin aksine aniden hızlıca geçer ve gider. Her güzel şey gibi el­bet onun da bir sonu vardır. Hâlâ içinde cevaplayamadığı bir sürü soru ile beraber yaşar gideriz bu güzel mevsimi.

    O nazlı gençlik beni terk ettiğinde hayatımı mahvettiğim her amaç her ideal nereye kaybolmuş olabilir? Maddi birikimlerim, biriktirdiğim güzel anılar ve tahammül ettiğim onca zorluk ne kadar da anlamsız geliyor şimdi!

    Film şeridi ilerledikçe içimden yükselen sesin tonu da gittik sıra kalınlaşıyordu. Her sahne geçişinde sesimde aynı anılarımdaki ben gibi büyüyüp olgunlaşıyordu. Bu durumu fark ettikçe içimdeki korku daha da büyüyor ve kendi kendimi susturmaya çabalıyordum. Ama o inatçı ses daha güçlü bir şekilde konuşmasına devam ediyordu.  

    Eylül en keyifli anında gelivermiştir. Bu sefer esen rüzgârlar ilkbahar ve yaz mevsimlerindeki gibi ılık ve yumuşak değildir. O yüzden esenlik vermez, aksine üşütür insanın içini. Evet, bu mevsimin adı sonbahardır. İnsanın olgunluk yaşları derler ona. Hâlâ her şey çok güzel ama geçici olduğu her hâlinden bellidir. Sonba­hara, yalancı bahar da derlerdi eskiler. Ne kadar da haklıydılar. Çünkü bu sefer çiçekler açmaz olgun gönüllerde. O yeşil güzel yapraklar, yaşlı bir insanın eli gibi bir anda kurur ve sapsarı kesilir. Hâlbuki son demleridir gençliğin. Her şey olabildiğince olgun ve muhteşemdir. İlkbahar ve yaz aylarında içinde anlamlandırama­dığı o soruların cevaplarını birer birer bulmaya başlar hayret ede­rek. Cevapları ne kadar da kolaymış diye iç geçirir çoğu zaman. Ama bilmez ki her keşif onun için bir sondur aslında. En sevdiği tat diye bir şey artık kalmamıştır. O gençliğindeki kuru kalabalık­lar gitmiş, yerini birkaç vefalı dosta bırakmıştır.

    O koca yürekli insanları hatırlar gibiyim. Her kaybımda sırtımı sıvazlayan, her mutluluğumda gözlerinin içiyle bana gülen orta yaşlı vefakâr arkadaşlarımı. Ama görüyorum ki onlarda yok şuan yanı başımda. Belki onlarda benim gibi can çekişiyor veya kendi dertleriyle meşgul bir hâlde savrulup gidiyorlar. Sanırım bunları bilme hakkım elimden alınmış. Ne yazık!

   “Nihayet kaçınılmaz son olan kış kapıya dayanmıştır. O son­bahardan kalan son vefalı dostlar da teker teker çekip gitmiştir hayatından. İçini üşüten en büyük şey ise bu ıssız yalnızlığıdır. Ne o enerji kalmıştır içinde ne de onu yaşayacak heyecanı. İyice evine kapanmıştır. Çünkü dışarıda esen rüzgârlar artık sadece acı ve ölüm saçmaktadır. Evet, bu kış öyle çetindir ki iliklerine kadar üşütür insanı. Yorgun gözlerinden akan yaşlar yanaklarından sü­zülürken o muhteşem çocukluğunu, ölmüş annesini ve babasını hatırlatır. Güneşin o eski ihtişamını ve parlaklığını kaybedeli ise çok zaman olmuştur. O eskiden pürüzsüz olan ellerin yerini buru­şukluk ve o denli parlaklık almıştır. Hiçbir şeyin tadını almamaya başlar çaresizce. Küçük bir çocuk gibi artık başka insanlara muh­taç bir hâle dönmüştür. Yok, olmak bu olsa gerek diye düşünmeye başladığı bir anda çetin bir mart sabahı, tam da ilkbahara bu kadar yaklaşmışken gözlerini son kez yumar koca dünyaya.

   Hayır! Binlerce kez hayır! Ben yaşıyorum! Yaşamaya inatla devam edeceğim. Ben bu kadar çabuk pes edecek adam mıyım? Daha nice şeyler görecek ve sanki ilk defa tadına varıyormuş gibi şekersiz çayımdan koca bir yudum alacağım. Bu mümkün değilse beni o lanetli meydana götürün! Herkesin gözlerinin önünde can vermek istiyorum. Burada bu lanetli hastane odasında değil! Hastane odaları neden beyaza boyanır ki? Ölümü ve kefeni hatırlatsın diye mi? Hâlbuki buna ne gerek var? O iğrenç hastane kokusu zaten bu görevi yeterince yerine getirmiyor mu? Ölmeden önce duyacağım son koku, son ses bu kadar lanet şeyler mi olmalıydı? Kim getirdi beni bu iğrenç yere. Neden aynı dedem gibi sokak ortasında ölmedim ki? Yabancı da olsa bir başka insanın kucağında ölmek burada yalnız başına yitip gitmekten daha hoş değil midir?

   “Hâlbuki o çok sevdiği ve arzuladığı günlere ne kadar da az kal­mıştır. Belki yeniden çiçekler açacaktı ve o eşsiz kokularını doya doya içine çekecekti son kez insan. Her mevsim gibi bu fani dün­yanın da bir sonu vardı elbet. Yaşlı bedeni sadece bu sonu yaşa­mıştır.”

     Bu son cümle içimdeki o sesinde beni terk ettiği anlamına geliyordu. Gözlerimi büyük bir gayretle duvarda asılı olan dijital ekrana diktim. Tüm bu yaşadıklarım sanki bir ömür gibi gelip geçmişti. Kendime gelmeyi hiç bu kadar çok arzu ettiğimi hatırlamıyorum. 01 Mart… Saat 00.00. O lanetli “dıt” sesi hala kulaklarımda çınlıyor. Tüm hayatımın bir dakikaya sığdığına inanamıyorum. Hani derlerdi eskiler; “Göz açıp kapayıncaya kadar geçti.” Ama ben ölmüyorum ki! Bu sadece korkunç bir rüya veya bir halüsinasyon! Ama bu kadar gerçekçi olması içimi ürpertiyor ve beni derinden etkiliyor. Işıkların sönmesi beni tedirgin ediyor. Ama hissediyorum. Yaşıyorum hâlâ! Bir hareketlilik başladı yine. Koşuşturmaca ve telaşlı söylenmeler başımın ucunda yankılanıyor. Kurtarın beni ne olur?

“Yaşlı hastayı kaybettik doktor!”

“Bugün iki oldu!”

“Ne kötü bir nöbet!”

“Bu da bir şey mi? Geçen nöbet rekor kırdım. Dört ex kaydı girdik.”

“Yaşlı adama çok üzüldüm ama!”

“Neden ki?”

“Şu son anlarında en azından onu tanıyan birinin bile olmaması ne üzücü!”

“Yapacak bir şey yok! Ha! Unutmadan, hemşire hanım not alın lütfen! Ölüm saati 00.01!”

“Teşhis olarak ne yazalım doktor?”

“Kalp yetmezliği!”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir