Saklanan Çaba

Sabahın ilk ışıklarıyla rüzgarın derin uğultusuna karışan bir nefes sesi duyuldu.Hızlı adımlarla gittikçe hedefine varırcasına yavaşlayan nefes sesleri artık durulmayı umarcasına hızlı hızlı koşuyordu.Saklanmak deyince akla genelde kuytu köşeler, arkası olan kapılar gelirdi. O ise kaçıyordu. Kaçarak saklanabileceğini gözün ufkundan uzak her yerin bir kuytu olabileceğini hiç düşünmemişti.İzini kaybettirdiğini hissedince etrafına bakındı. Bir bukle saçı, göz bebeklerinden ayırt edilemeyecek ve bir bütün gibi duran parlak siyah gözlerinin önüne geliyordu.Yorgun bir çehreye sahip olmasına rağmen yüzü simsiyah gözleriyle uyum içinde ay gibi parlıyordu.Nefes alışverişi normale dönünce elinde taşıdığı poşeti açıp iştahla yemeğini yemeye koyuldu.Belli ki koşmak ve korku onu epey acıktırmıştı.Yemeğini yerken aldığı ısırıklardan düşünmeyi durduğu anlaşılıyordu. İnsanın iradesiz haz eylemlerinin ardından takındığı o durgun ifade yemeğini bitirdiği anda onun da yüzüne yerleşmeyi ihmal etmemişti.Daha önce hiç hırsızlık yapmamıştı.Küçükken de bunun yanlış olduğunu bilerek büyümüştü.Çaldığı yemeği yemeden önce o kadar açtı ki suçluluk duymuyordu.Şimdi ise kendinden utanmaya başlamıştı.Dayanıksız ve güçsüz biri olarak görüyordu kendini.Yediği yemeğin çöplerini olduğu yerde bırakıp dallarının tüm şehri gördüğünü düşündüğü, gökyüzünde yeşillik varmışçasına serpilmiş büyük bir ceviz ağacının karşısındaki banka geçti.Rüzgar yıpranmış fakat dalga dalga olan saçlarına vurdukça pişmanlığını da alıp götüreceğini düşünüyordu.Umduğu gibi olmasa da ummayı seviyordu.Nereye kadar hayatını böyle devam ettirebileceğini düşünürdü hep.Hiç bir şeye sahip olmayıp kitapçıdan güç bela aldığı romanlarla midesinin guruldamasını geçiremiyordu.İnsanların kılık kıyafetine, hal ve tavrına tiksinç bakışları da cabası tabii.Kitaplar olmasa bu dünyadaki hiç bir topluluğun onu kabul edeceğini düşünmüyordu.Sadece kitaplar vardı. Bazen onları arkadaşı bazen de yalnızlığının sembolü olarak görürdü.Hangisi daha çok üzüyor tartışılırdı doğrusu.Çoğu zaman bir ses olarak da görürdü zaten kendisini.Rahatsız edici,aidiyetsiz bir “hişt hişt ” sesinden ibaret olduğunu düşünürdü.Herkes gibi bir adı yoktu.Bir yaşamı, bir zihni, bir çabası… Sahi çaba ne demek bile bilmiyordu.Ne gerek duyardı ki insanlar çabaya?Veya bir şeyi istemek nasıl bir histi?Neden arzulardık bir şeyi?Hayatta kalmak için vahşi doğayı örnek verirler.Ezen ve ezilenden oluşan bir içgüdüye sahip bu yaşam sisteminde ezilmemek için güçlü olmalı,çaba göstermelisin derler.Madem birini ezmek zorunda o zaman ezilmeme çabasının ne anlamı olacaktı ki?Karşılıklı verilen bir çabada yenilgi veya zaferin ne farkı vardı?Kazancı başkasının yenilgisi olacaksa niçin çabalamalıydı?Tam karşısında duran yemek çöplerine baktı. Açlık hissinden nefret ederdi. Çünkü bu his ondan çaba beklerdi.O ise sadece bir savaşa girmeden savaşmadan, kaybetmeden, kazanmadan yaşamak istiyordu. Ne sevgi istiyordu ne de nefret.Kendini rüzgarın sesine bıraktı. Ağustos böceği olarak yaşamak onun için zor değildi.Hiç bir karıncayı istemiyordu etrafında.Açlık, onu çabaya sürse de o gelecek ilk kışta üşümeye hazırdı. Kitabını aldı. Ceviz ağacının hışırdayan yapraklarına karşı esmeye devam eden rüzgara doğru yürümeye başladı.Rüzgardan gelen tek ses ise adını haykırıyordu:”hişt hişt”.
~Sait Faik Abasıyanık’In “Hişt Hişt” adlı öyküsünden esinlenmiştir.