Kurguzist

Siren Sesleri

Velázquez'in Papa Innocentius X Portresi'nden Sonra Yapılan Çalışma- Francis BACON

“Gitme. Lütfen yapma. Söz veriyorum, her şey düzelecek.” Çok duydum ben bu sözleri. Kaç kez sildim ardından dökülen gözyaşlarımı. Şimdi ise kulakları sağır etmek istercesine yüksek oktavda haykıran ambulansın içinde tekrar düşünüyorum. Her şeyin zaten çoktan planlanmış olduğunu. Başımda dört dönen 2 ambulans personeli dikkatimi çekiyor. Ne kadar da hızlı hareket ediyorlar. Cevap vermememe rağmen hiç durmadan benimle konuşmaya çalışıyorlar. Boş verin diyorum, sonunda. Genç olan kız soruyor, neyi ? 

-Anlamazsınız, boş verin.

-Merak etme seni kurtacağız. İyi olacaksın.

Hala ciğerlerime yolladığım oksijenin; boğazımı yaktığını, beni zehirlediğini onlara anlatamazdım ki. Yaşamak beni hasta eden şey desem, ne diyebilirlerdi ? Bu araçta sizinle hastaneye gidiyor oluşum itirazım olduğu içindir desem, neye yarar…

Gülümsüyorum. Zihnimde Müslüm Gürses’in sesi yankılanıyor. “İtirazım var bu kadere, itirazım var bu sonsuz kedere.” Uykusuzlukla yetindiğim günlerin birinde, yatsı ezanından sabah ezanına kadar dinlediğimi anımsıyorum. Gözlerimi kapattım, bir daha hiç açmak istemediğim için. Belki birazdan öleceğim. Belki yine hayata tutunup, bir daha ölmeyi deneyeceğim. Bilmiyorum, sıkılıyorum. Ben yaşamaya uygun değilim. Herkesin elbet bir gün gideceği Tanrı evinde hepsine anlatacağım, benim hatalı yaratıldığımı. Kabul etmeyecekler. Israr edeceğim, gerekirse sonsuza kadar. Bir kez daha kanıt olsun, hatalı üretim olduğum. Sesler yavaş yavaş kayboluyor. Gözlerimi açıyorum, her şey bulanık…

Kartal şehir hastanesinde hatırladığım kadarıyla 3. Günümdeyim, yaklaşık 10 dakika önce duvarda asılı olan  saat 13.27 de durdu. Tek eğlencem koridorda dikilip saniyeleri izlemekti, elimden alınmasına şaşırmıyorum. Şimdi ise yalnızca 3 kişinin aynı anda içmesine izin verilen, genişlik olarak ise en fazla 5 kişinin sığabileceği sigara odasında güvenliğin dal dal verdiği sigaralarımızdan birini içiyoruz. Selim abi ve Aşkın abla ile. Aşkın ablaya bakmamaya çalışıyorum, 18 yaşında bir erkek olan ben ile nerdeyse aynı gürlükte sakalları var. Normal diyorum içimden. Başka bir kadının da 2 çocuğu trafik kazasında ölseydi sonra da geriye kalan tek yakını olan kocası terketseydi, o başka kadında bakımına önem vermezdi. Aşkın abla kadar delirirdi. 

Selim abi dikkatimi çekiyor. Sanki manzaramız susmuş bir duvar değil de dalgaların kumları götürüp getirdiği bir sahilmiş gibi duvara bakıyor. O zihninde canlandırdığı manzarasını seyrederken bende onun gözlerini seyrediyorum. Sokakta yürüyen herhangi bir insan onu görünce yolunu değiştirebilir ama ne o iri cüssesinden korktuğu için ne de kollarından boynuna kadar vahşeti anlatan dövmelerini gördüğü için. Gözlerinden irktikleri için. Ben anlıyorum, onu ve gözlerinin evrimini. Güzellikten, nefrete evrimleşen gözlerinin tek sebebi hayatın ona yaşattıkları. Kendi gözlerimi düşünüyorum, hiç kimsenin bir anlam çıkaramayacağı boşluk dolu gözlerimi. Odama yürüyorum, gözlerim kapalı bir şekilde. Kimseyi görmek istemiyorum. Penceresiz, tüm eşyaların duvara sabitlendiği o lanet oda. Acaba diyorum, zihnimizi kendi irademiz ile doğduğumuz anda ki softluğuna ulaştırabilir miyiz ? Bu mümkün olur muydu ? Yıllar boyu süren; çeşitli deneyimlerle zihinlerimize kazıdğımız nasırlaşmış fikirleri, bilgileri, öğretileri silmek mümkün müdür ? Neden olmasın diyorum kendi kendime. Bizim kazarak derinleştirdiğimiz çukura  toprak atsak tekrar eski haline dönmez miydi ?

Peki ya bunu başarsam, öldüğümde beni karşılayacak hesap ve ceza işlerinden sorumlu makamlar ne derdi karşılaştıkları manzaraya. Yarattıkları kadar boş ve temiz bir zihin. Elleri ayaklarına dolanırdı, inşa ettikleri sistemde ki açığın yayılmasından.

Gerek duymuyorum böyle bir çabaya girip, yukarıdaki varlıkları şaşırtmaya. Ne varsa zihnimde hiçbir şey eksilmeden gideyim istiyorum. Hatta o kadar dolu olsun ki cesedimi gömmek için kazdıkları çukura sığmayayım. İstemiştim bunu 3 gün ve bilmem kaç günlük yoğun bakım macerasından önce. Bir başarısızlık daha eklenmiş oldu haneme, beni yaşama bağlayan doktorların hanesine başarı diye yazılırken. İstemezdim bir kişinin kaybedip, öbürünün kazanmasını. Hep birlikte kaybedelim ve itiraz edelim, her şeye…

Güneş ortaya çıktı. Koridorda ki tek camdan gördüğüm kadarıylaı, günlük ilaçlarımızı içmek için beklenilen sıra ve sonrasında uyumak için odalara doğru yol alışlar… koridorda ki çizimlere bakıyorum, kreşlerin duvarlarına çizilen cinsten masumlukta. Çalılar ve şelale resmi, tam ortalarında ise yavru bir ceylan. Karşı duvarda ise ağaçların arasında bir baykuş resmi. İç açıcı olmalı duvarda ki resimler, burada ki hastalar zaten yeterince karamsar. Baktıklarında iyi hissetmeliler yoksa bana kalsa elimden geldiği kadarıyla benzetmeye çalışırdım; John Martin’in “Pandemonium” adlı tablosuna, şeytanın cehennemde ki sarayına. Gece hemşireden aldığım uyku ilacına rağmen uyuyamadım. Nedendir bilmem burada geceleri uyuyamıyorum, gündüz ise şansım yaver giderse bir kaç saatliğine kendimi bilinçaltımın kollarına bırakabiliyorum. Uyumak için odamdayım. Yanımda ki ismini hala öğrenemediğim  60  yaşlarda ki adam da uyuyor. Ses çıkarmamaya dikkat ediyorum, derin uykusu incinmesin. 

-Said, uyan. Görüşme saatimiz. Unuttun mu her gün 10 da görüşme yapıyoruz. 

-Kusura bakmayın. Daha dikkat ederim. 

Doktorum her sabah 10 da odama gelip benimle görüşme yapıyor, neden bilmem her geldiğinde uyuyor olmasam da uykudaymış taklidi yapıyorum. Nahifçe uyandırmaya çalışması hoşuma gidiyordur belki. 

-Bu gün nasılsın ?

-Dünden iyi, yarından ise kötü. Burda iyi olmak imkansız. Can sıkıntısından günde 3 paket sigara içiyorum. Yapacak hiçbir şey yok, kendime çatmaktan başka.

-Aktivite odalarımız var, orada vakit geçirebilirsin. 

-Kiminle kart, satranç veya monopoly oynayayım ? Fahri amcayla mı ? Zaten konuştuklarından hiçbir şey anlamıyorum. 

-Çok mu rahatsızsın buradan ?

-Evet. Burası da bana uygun bir yer değil. İyi insanlarla dolu, adına akıl hastası dediğiniz. Beni yine yanlış yere attılar, okul gibi ev gibi dünya gibi burası da bir hata. Kendine kimsenin çektiremeyeceği azabı çektiren iyi biri midir ? Herhangi bir kurala göre yaşayabilecek biri midir ?

-Neden kendine acı çektirdiğini düşünüyorsun ?

-Ben yapmazsam hayat yapacak. İntikam almak isteyeceğim, kanını akıtacak birini bulamayacağım. Kendim yaparım, kendimi öldürürüm daha iyi. Beni buradan ne zaman çıkartacaksınız ?

-Merak etme, iyileştiğinde çıkacaksın. 

-Ben iyileşmek nedir bilmem. Hasta değilim ben. Sadece böyleyim. Ve artık anlıyorum, sürünerek sarf ettiğim var olma gayretinin sunduğu kuşkusuz yok oluşu.

-…

-Ailenle neden görüşmek istemiyorsun ?

-Beni burda görsünler istemiyorum. Düşünsenize hangisi daha ağır gelirdi, evladını akıl hastanesinde ziyaret etmek mi ? Bir kaç hafta hiç görememek mi ?

-Annenin ağlamalarına şahit oldum kapıda. Üzme onları. Bir günlüğüne de olsa görüş derim. 

Canım hiçbir şey istemiyor. İstese de zaten burada gerçekleştiremem. Artık çıkmanın vakti geldi. Şimdiye kadar doktoruma dürüst oldum, rol yapmadım fakat böyle giderse uzun bir süre daha buranın yerlisi olacağım. Dışarda sürünmek, burda sıkıntıdan beynimi kemirmekten iyidir. İnandırmalıyım doktorumu: kendimi bazı şeylere inandırabildiğim gibi onu da inandırabilirim, iyi olduğuma. Kusursuz bir yalancı olmak için önce hep kendimi inandırdım yalanlarıma. Bir kez daha inandırırım. Artık hayal kırıklığına yer yok bende, kendimi neye inandırsam da tam tersi duruma düşsem üzülmem. Ben yaşayabileceğim en kötü senaryoları, küçüklüğümden beri her gece hayal ederek uyurum. Hayalini kurmayı unuttuklarım canımı yaktı. Artık ise acı umrumda değil.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir